1. Anasayfa
  2. PEYGAMBERİMİZ

Miraç Gecesi Neler Yaşandı?

Miraç Gecesi Neler Yaşandı? Miraç hadisesi, hicretten 18 ay önce gerçekleşmiştir. İşte ayet ve hadislerle Miraç gecesi yaşananlar.

Miraç Gecesi Neler Yaşandı?
Miraç Gecesi Neler Yaşandı
0

Miraç Gecesi Neler Yaşandı?

Mirac, göğe çıkma, yükselme, Hazret-i Muhammed (S.A.V.)’in göğe çıkarak Allah Teala ile görüşmesi anlamına gelmektedir.

Miraç Gecesi ve İsra Suresi

İsra ve Miraç olarak ifade edilen bu ilahi ikram, bütün beşeri perdeler kaldırılarak idraklerin ötesinde ve tamamen ilahi ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Mesela, beşeri manada mekan ve zaman mefhumu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşahedeler, bir saniyeden daha az bir zaman içerisinde vuku bulmuştur.

Hak Teala buyurur:

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalatü vesselam-’ı) bir gece, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

ayet-i kerime, ifade ettiği mühim ve şaşılacak işlerin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere tenzih ile başlamıştır. Müfessirlerin beyanına göre Cenab-ı Hakk’ın, noksan sıfatlardan tam bir şekilde münezzeh olduğunu ifade eder. Ayrıca Hakk’ın harikulade sanatı karşısında hayret ifadesi olarak da kullanılmaktadır. Aynı zamanda mühim tesbihattandır.

Kısaca bu kelime;

  1. Akıllara hayret veren İsra hadisesini yüceltme ve doğrulama; kalplerin temizlenmesine zemin hazırlamadır. İnsanları teşbih ve tecsim (Cenab-ı Hakk’ı mahlukata benzetme ve cisim şeklinde düşünme) kuruntularından da korur.
  2. Miraç’ı mümkün görmeyenlere karşı, Cenab-ı Hakk’ın acziyet ve benzeri her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu hakikatini ifade eder.

ayet-i kerimenin devamında, geceye dikkat çekilmektedir. Çünkü İsra, bir gece yolculuğudur. Vahiy büyük bir ekseriyetle gece gelmiştir. Müsbet-menfi büyük oluşlar ve zirve hadiseler de umuniyetle gece tezahür etmiştir. Nitekim nafile ibadetler içinde seher vakti eda edilen teheccüd, zirve bir ibadettir.

Mescid-i Aksa ve etrafının mübarek olması ise şöyle izah edilmiştir:

  1. Din ve dünya bereketiyle bereketlendirilmiştir. Etrafında yeşillikler ve ırmaklar vardır.
  2. Pek çok peygamber orada yaşamış ve bu sebeple de vahyin iniş mekanı olmuştur.
  3. İsra hadisesi sebebiyle de ayrıca bereketli kılınmıştır.

Bu yolculukta Cenab-ı Hak, kulu ve Hz. Muhammed’e acayip ve harikulade hadiseler göstermiştir.

Peygamberimizin Bütün Peygamberlere Namaz Kıldırması

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, o gece Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere imam olup namaz kıldırdı. (İbn-i Sa’d, I, 214)

Ebu Hüreyre -radıyallahu anh-’tan rivayet edildiğine göre, İsra gecesi Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kase getirildi. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kasesini tercih etti. Bunun üzerine Cebrail:

“-Seni, insanın yaratılış gayesine uygun olana yönlendiren Allah’a hamd olsun. Şayet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, iman, 272; Eşribe, 92)

İsra ve Mirac hadisesi ile, İslam’ın bir fıtrat dini olduğu te’kid edilmiş; içi bozuk ve kalbi hasta kimselere semavat kapılarının açılmayacağı beyan olunmuştur.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- böylece bütün ümmetini temsil ediyor ve onların feyz menbaı oluyordu. Burada süt, fıtratı; şarap ise dünyaya rağbeti temsil etmekteydi.

Cenab-ı Hak ayet-i kerimede:

“O, arzusuna göre konuşmamaktadır.” (Necm Suresi, 3) buyurarak Varlık Nuru Efendimiz’in hevasından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.

Fail-i Mutlak, Cenab-ı Hak’tır ve Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- de O’na tam manasıyla teslim olmuştur. Burada Allah Teala, sütü tercih ettirerek Habibi’ni en faziletli olana yönlendirmiştir. Aynı zamanda bu hadis-i şerif bizlere, ümmet-i Muhammed’in bir rüchaniyetini de göstermektedir.

İsra hadisesiyle Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülen Peygamber -aleyhissalatü vesselam-’a, buradan semavata uruc etme, yani Mirac şerefi bahşolundu. Gerçekten, Mescid-i Aksa’ya varan Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buradan Hazret-i Cebrail’in rehberliğinde “Sidretü’l-Münteha”ya kadar çıktı.

Peygamber Efendimizin Anlatımı İle İsra ve Miraç Hadisesi

Kainatın Efendisi Sertac-ı Enbiya -aleyhissalatü vesselam- Efendimiz bu hadiseyi şöyle anlatırlar:

“-Ben Kabe’nin Hatim kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim… Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril -aleyhisselam- beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

“-Gelen kim?” denildi.

“-Cibril!” dedi.

“-Beraberindeki kim?” denildi.

“-Muhammed -aleyhissalatü vesselam-” dedi.

“-Ona Mirac daveti gönderildi mi?” denildi.

“-Evet!” dedi.

“-Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!” denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i adem -aleyhisselam-’ı gördüm.

“-Bu babanız adem’dir! O’na selam ver!” denildi.

Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana:

“-Salih evlat hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Burada Hazret-i Yahya ve Hazret-i isa -aleyhimesselam- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.

Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı ve orada Hazret-i Yusuf -aleyhisselam- ile karşılaştık. Dördüncü kat semada Hazret-i İdris -aleyhisselam- ile, beşinci kat semada Harun -aleyhisselam- ile, altıncı kat semada ise Hazret-i Musa -aleyhisselam- ile karşılaştık.

“-Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!” dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na:

“–Niye ağlıyorsun?” denildi.

“-Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!” dedi.

Sonra Cebrail beni yedinci semaya çıkardı ve İbrahim -aleyhisselam- ile karşılaştık.

Cebrail -aleyhisselam-:

“-Bu, baban İbrahim’dir; ona selam ver!” dedi.

Ben selam verdim; O da selamıma mukabele etti. Sonra:

“-Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!” dedi.

Daha sonra bana:

“-Ya Muhammed! Ümmetine benden selam söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arazisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhanallahi ve’l-hamdü lillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber!” demekten ibarettir.” dedi.

Sonra Sidretü’l-Münteha’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrail -aleyhisselam- bana:

“-İşte bu, Sidretü’l-Münteha’dır!” dedi.”

Burada dört nehir vardı: İkisi batıni nehir, ikisi zahiri nehir.

“–Bunlar nedir, ey Cibril?” diye sordum.

Cebrail -aleyhisselam-:

“–Şu iki batıni nehir, cennetin iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!” dedi…”

(Buhari, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiya, 22, 43; Menakıbu’l-Ensar, 42; Müslim, iman, 264; Tirmizi, Tefsir 94, Deavat 58; Nesai, Salat, 1; Ahmed, V, 418)

Sidretü’l-Münteha’da Cebrail -aleyhisselam-:

“–Ey Allah’ın Rasulü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ey Cibril?” diye sordu.

O da cevaben:

“–Cenab-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Razi, XXVIII, 251)

Peygamber Efendimizin Allah İle Görüşmesi

Artık bundan sonraki yolculuğa Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- yalnız devam etti. Kendisine harikulade tecelliler lutfedildi. Cenab-ı Hakk’ın cemaliyle müşerref oldu.

Bu yolculuktaki harikuladeliklerin layıkıyla ifadeye dökülmesi, hayal ötesi bir hakikati, beşer idrakinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakikati ve asıl mahiyeti Allah ile O’nun Habibi arasında ebedi bir sır olarak kalan muhteşem tecelliler, tamamen “alem-i gayb” şartları dahilinde tahakkuk etmiştir.

Bununla birlikte, Allah ile O’nun yüce Peygamberi arasındaki bu muhteşem esrar tecellisi, vahye muhatab olanlara Rabbin sonsuz kudret, azamet ve saltanatını sergilemektedir.

Ayrıca Mirac hadisesi, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son olarak Taif’te maruz kaldığı zulümler neticesinde kalbini dolduran hüznü, sürura tebdil etmek maksad-ı ilahisine de matuftur.

Aslında zaman ve mekan kaydı dışında gerçekleşen bu ilahi tecellinin, insan müfekkiresi için tamamının kavranması imkansızdır. Böyle beşer idrakini aşan hassas ve müstesna mevzularda muhayyileyi zorlamak menedilmiştir.

Hasılı, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberler hakkında vaki olan ilahi lutufları aşan müstesna bir ikram-ı ilahi ile Mirac’da Zat-ı Uluhiyyet’e mahsus zamansız ve mekansız bir alemde:

“(Muhammed Mustafa ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (Necm Suresi, 9) diye bilinen bir tecelliye muhatab olmuştur.

Miraç İle İlgili Ayetler

Allah Teala, Miraç’ı, Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan buyurur: “İnmekte olan yıldıza and olsun.” (Necm Suresi, 1)

Sure’nin bu şekilde bir kasemle başlaması, ihtiva ettiği hakikate karşı münkirler tarafından yapılabilecek itirazlar sebebiyle Mirac’ın hakkaniyetini vurgulamak içindir. Nitekim bu husus, kasemin ardından gelen ayet-i kerimelerle de şöyle te’yid edilmektedir:

“Sahibiniz (Muhammed Mustafa) sapmadı ve batıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrail, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Münteha’da) iken asıl şekliyle istiva etti (doğruldu).” (Necm Suresi, 2-7)

ayette geçen “istiva” ifadesi, kaplama, kuşatma ve doğrulma manalarına gelir. Müfessirlerin ekserisi, istiva kelimesinin failinin Cebrail -aleyhisselam- olduğunu beyan etmekle birlikte, tercihen onu Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e izafe ederler. Bu durumda istiva, Allah Rasulü’nün kadr ü kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğini ifade etmektedir. Yani Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, önce en yüksek ufukta doğruldu:

“Sonra yaklaştı ve tedelli etti.” (en-Necm, 8) Yani, Varlık Nuru, ilahi cezbenin eseri olarak yukarıya çekildi. Bulunduğu yer ve makamdan daha yukarı çıkarıldı.

Böylece Cenab-ı Peygamber, Mirac’da en yüksek ufukta yalnız istiva ile kalmayıp Allah’a doğru yaklaştı. Ardından ilahi cezbenin tesiri arttı, arttı, arttı ve Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, bir anda en yüksek ufkun ötelerine geçiverdi:

“(Muhammed Mustafa ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (Necm Suresi, 9)

Ayet-i kerimedeki: “İki yay arası veya daha az mesafe” ifadesi, beşeriyet üstü bir gerçeğin beşer idrakine sığdırılabilmesi için kullanılmış bir teşbih ifadesidir. Şöyle ki:

İslam’dan evvel Araplar, bir ittifak kurmak üzere antlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin “kab”ını (yayın, kabza ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığını) birleştirirler, sonra da ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin razı olacağı şeye diğerlerinin de razı olacağını, birisini gazaplandıran şeyin diğerlerini de gazaplandıracağını ifade eden bir beraberlik ve bütünlük antlaşmasıydı.

Buna göre “kabe kavseyn”, hem maddi hem de manevi yakınlığı ihtiva eden ve beşer idrakini aşan ulvi bir hakikattir. Yani Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu noktada Rabbine o kadar yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve doğrudan doğruya:

“Allah o anda kuluna vahyini bildirdi.” (Necm Suresi, 10)

Miraç’ta İkram Edilenler

Bu vahyin mahiyetinin ne olduğu, şu şekilde açıklanmıştır:

Namaz: Mirac’daki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, Musa -aleyhisselam-’ın tavsiyeleriyle Cenab-ı Hakk’a müracaat etmiş ve başlangıçta elli vakit olarak farz kılınan namaz, beş vakte indirilmiştir. Bununla birlikte Cenab-ı Hak, bire on vererek, beş vakti kılana elli vaktin ecrini ihsan edeceğini bildirmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

    “Her kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevap yazılır, yaptığı takdirde ise on sevap yazılır.

    Her kim de, bir kötülük yapmak ister, ancak onu yapmazsa, kendisine günah yazılmaz. Şayet o kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!” (Müslim, iman, 259)

    Bu husustaki uzun hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere Allah Teala, başlangıçta elli vakit olarak emredilmiş olan namazı, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in müteaddid müracaatı ile beş vakte indirmiştir. Bunun manası, insanlar üzerindeki hukukullah icabı olarak namazın elli vakit kılınmasının müstehak olduğu, ancak Cenab-ı Hakk’ın lutf u keremi ile bu mükellefiyetin bire on nisbetinde azaltıldığıdır. Esasen Cenab-ı Hakk’ın:

    “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56) beyanı, beşer için asli faaliyetin ibadet olduğu, ancak merhamet-i ilahiyye icabı en zayıf fert dahi dikkate alınarak bu hususta tenzilat yapıldığı manasına geldiği gibi, mecburi olmamakla birlikte beş vakitten fazlasına cevaz verildiğini ve bunun gerekliliğini de ifade eder.

    Kamil mü’minler, farz olan bu beş vakte ilaveten, kuşluk, işrak, evvabin gibi nafile namazlar kılarlar ve bilhassa gece teheccüde kalkarlar. Bütün bunlar bu vakıanın tabii bir neticesidir. Ancak bu gibi ibadetlerin, insanların takat getirebilen ve o zevke ulaşabilen kısmına ait olması için, namaz emri elli vakitten başlatılıp bilahare Hazret-i Peygamber -aleyhissalatü vesselam-’ın müracaatı ile beş vakte indirilmiştir.

    Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e hitaben:

      “Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur. (Razi, XXVIII, 248)

      Bakara suresinin son iki ayet-i kerimesi vahyedilmiştir.

        Müslim’de rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

        “Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e (Mirac’da) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Suresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, iman, 279)

        Bununla birlikte Mirac’daki vahyin tafsilat ve keyfiyetini ancak Allah ve Peygamberi bilir.

        Burada aşikar olan, Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Mirac’daki tecellileri bir hayal olarak değil, kalp ve vicdanının da tasdik ettiği bir hakikat olarak müşahede etmiş olduğu keyfiyetidir. Yani:

        “(Muhammed Mustafa’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkarcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (Necm Suresi, 11-12)

        Peygamberimiz Sidretü’l-Münteha’da Neler Gördü?

        Allah Rasulü, Mirac Gecesi Rabbine mülaki olup sayısız tecelliler ve ibretli hadiseler müşahede ettikten sonra, hiçbir kulun ulaşamayacağı o hususi makamdan geri dönerken, Cebrail -aleyhisselam-’ı bıraktığı yerde (Sidretü’l-Münteha’da) bir defa daha asli suretinde gördü.

        Ayet-i kerimede buyrulur:

        “And olsun ki (Muhammed Mustafa), onu (Cebrail’i) Sidretü’l-Münteha’da bir defa daha gördü.” (Necm Suresi, 13-14)

        Ayette Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in makam cihetiyle Cebrail -aleyhisselam-’dan daha ileride olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim Cebrail -aleyhisselam-, Mirac Gecesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz daha ileriye gitmiştir. Bu hakikat, Allah Rasulü’nün dönüşte tekrar Cebrail’e rastlaması ile daha bariz bir şekilde anlaşılmaktadır.

        “Orada Me’va cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (Necm Suresi, 15-16)

        Fahr-i Kainat -aleyhi ekmelü’t-tahiyyat- Efendimiz’e soruldu:

        “–Ya Rasulallah! Sidre’yi kaplayan ne gördün?”

        Buyurdular ki:

        “–Altundan pervanelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah’ı tesbih ettiğini gördüm.” (Taberi, XXVII, 75; Müslim, iman, 279)

        İbn-i Abbas -radıyallahu anhüma-’nın rivayetlerine göre:

        Allah Teala, Musa’yı kelam, İbrahim’i dostluk ve Muhammed Mustafa’yı da ru’yetullah (Cenab-ı Hakk’ı keyfiyeti bizler tarafından bilinemeyecek bir surette müşahade etme) şerefiyle taltif etmiştir. (Taberi, XXVII, 64)

        Peygamberimiz Allah’ın Cemalini Gördü mü?

        Gözün Mahbub’un huzurunda O’ndan (sevgiliden) başka bir yere kaymaması, edebin en üst noktasıdır. Hakikaten:

        “(Muhammed Mustafa’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (Necm Suresi, 17-18)

        Bu ayetlerden de anlaşıldığı vechile Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, Cebrail -aleyhisselam- dahil hiçbir mahlukun hududunu aşamadığı “Sidre-i Münteha”nın ötesine geçirildi. ayette, beşer idrakine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az” mesafe olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca kavranması muhal ve mahrem olan bir vuslat vuku buldu.

        Bu vuslatta Peygamberler Sultanı, kelamın ifade hududuna sığmayacak derecede ulvi ve büyük hakikatler, yani Rabbin rububiyet ayetlerinden, mülk ve saltanatının ihtişamından, ancak müşahede ile ulaşılabilecek büyük ayetler gördü.

        Burada müfessirlerin beyanı, “Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, kalp gözü ile Allah’ı gördü.” şeklindedir. (Taberi, XXVII, 63)

        İbn-i Abbas -radıyallahu anh-’tan gelen rivayete göre Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:

        “Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemi, I, 78)

        Bir başka rivayette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevaben:

        “Bir nur gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, iman, 292)

        Peygamberimizin Cehennem Ehlini Görmesi

        Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den, İsra ve Mirac’la alakalı birçok haber nakledilmiştir. Onlardan birkaçı şöyledir:

        Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, Mirac’da bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazifeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.

        “–Ey Cibril! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

        Cebrail -aleyhisselam-:

        “–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberi, XV, 18-19)

        Sonra Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı:

        “–Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

        Cebrail -aleyhisselam-:

        “–Bunlar, (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve namuslarıyla oynayanlardır.” cevabını verdi. (Ebu Davud, Edeb, 35/4878)

        Daha sonra Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinakarları, leş yiyen bedbahtlar olarak; faiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zina edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrana duçar olmuş bir halde gördü. [5]

        Bu sebeple Varlık Nuru Efendimiz:

        “Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!” buyurmuştur. (Buhari, Tefsir, 5/12)

        Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yine Mirac’da yaşadığı müşahedelerle alakalı bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

        “Mirac Gecesi’nde cennetin kapısı üzerinde şu ibarenin yazılı olduğunu gördüm:

        «Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükafatlandırılacaktır.»

        Ben:

        “Ey Cibril! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?” diye sordum.

        “Çünkü, sail (çoğu kere) yanında para olduğu halde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.” cevabını verdi. (İbn-i Mace, Sadakat, 19)

        Varlık Nuru -aleyhissalatü vesselam- diğer bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

        “(Mirac esnasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriya fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhari, Rikak, 51; Müslim, Zühd, 93)

        Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hadis-i şerifleriyle bilhassa hanımlara, azab-ı ilahiye duçar edecek davranışlardan kendilerini korumaları için hususi bir ikazda bulunmaktadır.

        Peygamberimizin Sahabiyi Cennette Görmesi

        Mirac vesilesiyle şu hakikate de temas etmek gerekir ki, insanlar, zaman bakımından sadece mazinin müşahede ve intibaları ile dolu oldukları halde, peygamberler, -Cenab-ı Hakk’ın dilediği ölçüde- hem mazi, hem hal, hem de istikbal bilgileri ile donanmışlardır. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in mahşer ahvalinden haber verişi ve bu haberleri “gördüm, duydum” gibi olmuş bir surette ifade buyurması, işte bu gerçeğin bir tezahürüdür.

        Nitekim Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, mazi, hal ve istikbal boyutlarından müstağni olduğu Mirac Gecesi’nde istikbale ait birtakım ibretli vak’alar seyretmiş ve bunları mazi sigasıyla, yani olmuş bir surette aktarmışlardır. Bununla alakalı bir misal de Aşere-i Mübeşşere’den olan Abdurrahman bin Avf Hazretleri hakkındadır.

        Hadis-i şerifte buyrulur:

        “O gece (Mirac Gecesi’nde) Abdurrahman bin Avf’ı gördüm. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:

        “Niçin bu kadar ağır geliyorsun?”

        Dedi ki:

        “Ya Resulallah! Malımın hesabı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha sizi göremeyeceğimi zannettim” (Muhammed Parsa, Faslu’l-Hıtab, s. 403)

        Abdurrahman bin Avf -radıyallahu anh-, Medine’ye hicret etmiş ve zengin olmuştu. Bir gün kulağına bu geldi. Hemen Hazret-i aişe -radıyallahu anha-’nın yanına giderek, Hazret-i Peygamber’den böyle bir hadis-i şerifin varid olup olmadığını sordu. aişe -radıyallahu anha-, bu hadisin varid olduğunu söyleyince, sevincinden yüreği kanatlanan Abdurrahman bin Avf Hazretleri, o sırada Şam’dan yeni gelmiş bulunan kervanını olduğu gibi derhal Allah yolunda infak eyledi.

        Kaynak: Osman Nuri Topbaş

        İlginizi Çekebilir

        E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir