1. Anasayfa
  2. PEYGAMBERİMİZ

Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye Hicreti

Peygamber Efendimiz, kiminle ve ne zaman Medine'ye hicret etmiştir? İşte Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye Hicreti.

Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye Hicreti
Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye Hicreti
0

Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye Hicreti

Hicret, sözlükte bir yerden başka bir yere göç etme anlamına gelir. İslam takviminde (Hicri takvim) tarih başı sayılan Hz. Muhammed’in (S.A.V.) Mekke’den Medine’ye göç etmesi.

  • Hicret nedir, niçin yapılmıştır?
  • Hicret kaçış mıdır ya da sıradan bir göç müdür?
  • Hicret için neden Medine seçilmiştir?
  • Peygamberimiz neden hicret etti?
  • Müslümanlar Mekke’den medine’ye neden hicret etmiştir?
  • Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye kaç yılında hicret etmiştir?
  • Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicreti nasıl olmuştur?
  • Peygamberimizin hicret arkadaşı kimdir?
  • Hicret sırasında meydana gelen önemli olaylar nelerdir?

Hicret Ne Demek

Hicret, Hz. Muhammed (S.A.V.) ve diğer Müslümanların, baskılardan kurtulmak için 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmelerine verilen isimdir. Bu göçün sonucunda Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kuruldu.

Müslümanlar Neden Mekke’den Medine’ye Hicret Etti?

İkinci Akabe Beyati’nden sonra müşrikler, Müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hale geldikleri için, hallerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.

Allah Resulü, Allah’ın izni ile Müslümanlara Medine yollarını işaret etti ve şöyle buyurdu:

“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhari, Kefalet, 4)

Onlara Ensar ile, yani Medineli Müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:

“Allah Teala sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyar lutfetti!” buyurdu.

Bundan sonra Müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.

Çünkü müslümanların daha evvel hicret edip de hüsn-i kabul gördükleri Habeşistan, cihanşümul bir din için merkez olabilme şartlarını haiz değildi. Medine ise, hem siyasi hem ticari bakımdan ve daha birçok yönleriyle İslam’a merkez olabilecek vasıfta bir şe­hirdi. Bu yüzden topyekun hicret, o mübarek beldeye nasib olacaktı.

Nitekim Medine, Müslümanlar için bir barınak ve sığınak mekanı haline geldi. Böylece Mekkeli müşriklerin de korktukları başlarına gelmiş oldu. İslam, Mekke dışına çıkmış ve Medine’de büyük bir itibar kazanmıştı. Bu, müşriklerin, Hz. Peygamber’i yurdundan söküp atmak için rahatsız edip durmalarının kendileri için ne kadar büyük bir zarar ve kayıp olduğunu bir türlü anlayamamalarından kaynaklanıyordu. Hakikaten bu, onlar için büyük bir kayıptı. Fakat göremiyor, duyamıyor, hissedemiyor, kavrayamıyorlardı.

Allah Teala, Resulü’ne buyurdu:

“…Onlar da Sen’den sonra yurtlarında pek az kalabileceklerdir!” (İsra Suresi, 76)

Zavallı müşrikler, o anki güçlerine ve nefislerinin sultasına aldanarak müslümanları alay, istihza, tehdit, ambargo, şiddet ve işkence ile yıldırdıklarını sanıyor, böylece Mekke’deki nüfuzlarını muhafaza ettiklerine inanıyorlardı. Oysa pek yakın bir zamanda nelere şahid olacaklardı! Kendilerini mutlak ve mukadder bir mağlubiyet ve perişanlık bekli­yordu…

Çünkü akın akın Medine’ye giden Müslümanlar, onlardan korktukları için değil, İslam’ın temellerini en muhkem bir şekilde inşa etmek üzere hicret ettiklerinin şuuru içindeydiler.

Hicret Bir Kaçış mıdır? Yoksa Göç müdür?

Hicret, hiçbir zaman zillet ve meskenet içerisinde çaresizce bir kaçış olarak anlaşılmamalıdır. Medine, Muhacirler için bir hicret yurdu, diğer mümin kardeşleriyle birleşip toparlanarak, çıkartıldıkları topraklarda Allah’ın dinini hakim kılmak için yerleştikleri bir karargahtır.

Muhacirler, bunun için mal-mülk, akraba, neleri varsa Mekke’de bırakıyorlardı. Kimi gizli, kimi açıktan açığa Medine yollarına koyuluyordu.

Hz. Ali der ki:

“Muhacirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Hz. Ömer bundan müstesnadır. O hicret edeceği zaman kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı ve Kabe’ye gitti. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, o sırada Kabe’nin yanında bulunuyorlardı. Hz. Ömer Kabe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra onların yanına vardı ve şimdiden gelecekteki zaferlerin ilk hamlesini gösterircesine müşriklere haykırdı:

“İşte ben de Medine’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vadinin arkasında karşıma çıksın!”

Ancak hiç kimse O’nun ardına düşüp takib edemedi.” (İbn-i Esir, Üsdü’l-Gabe, IV, 152-153)

Muhacir, Ensar Ne Demek? Kimlere Muhacir ve Ensar Denir?

Medineliler, Mekke’den gelen kardeşlerini kucaklayarak karşılıyor, onlara can u gönülden yardım ediyorlardı. Bu yüzden Mekkeli Müslümanlara “Muhacir”, Medineli Müslümanlara ise, yardım edenler manasına “Ensar” denildi.

Allah Teala buyurur:

“(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara ihsan ile tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur; onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe Suresi, 100)

Hicret Neden Yapılmıştır?

İslam alimleri, Müslümanların hicret etmelerine izin verilmesinden, şu hükümleri çıkarmışlardır:

Hicret, Hz. Peygamber’in döneminde farz idi. Onun farziyyeti kıyamet gününe kadar bakidir. Mekke’nin fethi ile sona eren hicret ise, sadece Resulullah devrine mahsustur.

Bir Müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve diğer İslami hükümleri yerine getiremediği bir yerde kalmaya devam etmesi caiz değildir. Cenab-ı Hakk’ın şu ayeti bu hususta delildir:

“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar da: “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” derler. Melekler: “Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesna.” (Nisa Suresi, 97-98)

Bu ayette, Medine’ye hicret etmeyerek müşrik bir cemiyet içinde kalanların, kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir. Bunlar, rahatlarını, alışkanlıklarını, ailelerini, mal-mülk ve menfaatlerini dinlerine tercih ediyorlardı. Bu sebepten “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” şeklinde ileri sürdükleri mazeretleri kabul edilmemiştir. Bununla birlikte hakikaten hicrete güç yetiremeyen yaşlı, zayıf erkek, kadın ve çocukların mazeretleri kabul edilmiştir.

Hicret hadisesinden çıkarılan bir başka hüküm ise, Müslümanların ülkeleri ve memleketleri her ne kadar ayrı ol­sa bile, diğer Müslümanlara mümkün olduğu müddetçe yardım etme­lerinin farz olmasıdır. İslam alimleri, Müslümanların yeryüzünde herhangi bir yerde zulüm gören, esir olan veya ezilen mü’min kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yar­dım etmedikleri takdirde, büyük bir günaha girecekleri hususunda icma etmişlerdir.

Varlık Nuru, Hicret’e büyük ehemmiyet atfetmiş, Mekke’nin fethine kadar bütün Müslümanların Medine’ye hicret etmesini istemiştir. Çünkü Medine dışındaki yerler küfür diyarı idi ve Müslümanların o diyarlarda inançlarını öğrenip yaşamaları çok zordu.

Suikast Planları

Mekke’nin gün geçtikçe boşaldığını gören müşrikler, yavaş yavaş işin kendileri açısından vehametini kavramaya başladılar. Hemen bir fesat ocağı olan Darun-Nedve’de toplandılar. Toplantıya Necidli olduğunu söyleyen bir ihtiyar da katılmıştı. Bu ihtiyar, insan suretine girmiş şeytandan başkası değildi.

Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:

Allah Resulü’nü öldürmek!..

Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebu Cehil şöyle dile getirmişti:

“Her kabileden birer silahlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabilelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabilelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya razı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.

Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan:

“İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha makul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişam, II, 93-95)

Bu karar alındığı sırada Allah Resulü, Mekke’de adeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, ken­disi de Muhacirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercih etmişti. Zaten murad-ı ilahi de böyleydi. Hatta mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Hz. Ebubekir, hicret için kendisinden izin istediğinde:

“Sabret!” buyurmuş ve ilave etmişti:

“Belki Allah sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişam, II, 92)

Buna çok sevinen Hz. Ebubekir, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay itina ile besledi. (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45)

Müşrikler, almış oldukları kararı tatbik için harekete geçtiklerinde, Allah Resulü de hicret için emr-i ilahiyi almıştı:

“(Resulüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (İsra Suresi, 80)

Bu ayet-i kerimeden başka, Cebrail (a.s.) de müşriklerin kurdukları hile­leri Hz. Peygamber’e bildirmiş ve:

“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişam, II, 95)

Bunun üzerine Hz. Peygamber, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Hz. Ebubekir’in yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi.

Hz. Ebubekir sordu:

“–Beraber miyiz ey Allah’ın Resulü!”

Resulullah:

“–Evet, beraberiz!” buyurdular.

Hz. Ebubekir bu cevaptan öyle memnun ve mesrur oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül alemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.

Hicret Sırasında Peygamberimizin Yatağında Kim Vardı?

Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırarak hic­reti haber verdi ve üzerinde bulunan emanetleri yerlerine teslim etmesi için O’nu vekil bı­raktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyası olup da, sıdkını ve eminliğini bildikleri için, onu Resulullah’a emanet etmeyen kimse yoktu.

Müşriklerin planlarına tedbir olarak da şöyle buyurdu:

“–Ya Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isabet etmeyecektir!” (İbn-i Hişam, II, 95, 98)

Allah Resulü’nün, hırkasını Hz. Ali’nin üzerine ört­türmesi, aynı zamanda eşya ile teberrüke bir misal teşkil eder. Bunun benzeri misaller çoktur.

Nitekim Hz. Peygamber, Veysel Karani’ye de hırkasını göndermiş ve:

“Bunu sırtına giysin, ümmetime dua etsin!” buyurmuştur. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s. 21)

Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hz. Ali’nin Resulullah’a olan teslimiyetidir. Zaten sahabe-i kiram hazaratı, Allah Resulü’nün emirlerine teslimiyette asla tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tabi olmakta kesinlikle ihmalkar davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhal onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnasız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalalete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashabın Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sahibine bağlılığı gibiydi.

Hz. Ali’nin Kırmış Olduğu Put

Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Resulullah Mekke’den hicret edeceği zaman beraber Kabe’ye gittik. Kainatın Efendisi bana:

“Otur!” buyurdu.

Omzuma basıp Kabe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i alem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:

“Bas omuzlarıma!” buyurdu.

Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç kuvvet geldi ki, istesem semanın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihayet, Beytullah’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Resulullah bana:

“Onu aşağı at ey Ali!” buyurdu.

Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi!

Hemen Kabe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hakim, III, 6/4265)

Peygamber Efendimizin Hicret Sırasında Okuduğu Ayetler

Hicret gecesi, Resulullah, daha hane-i saadetlerinden çıkmadan müşrikler evin etrafını sarmışlardı. Fakat Allah’a tevekkül ve teslimiyeti sonsuz olan Hz. Peygamber’de hiçbir tereddüd, endişe ve telaş emaresi görülmüyordu. Resul-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Ya-sin Suresi’nin şu ayet-i kerimelerini okuyarak aralarından süzülüp geçti:

“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Ayrıca) önlerinden ve arkalarından birer set çektik de onları sardık; artık göre­mezler!” (Yasin Suresi, 8-9)

Göremezlerdi elbette! Çünkü onların kalplerinin körlüğü gözlerini ama etmişti. Aralarından geçen ise, Fahr-i Kainat, alemlerin Efendisi, Varlık Nuru idi. Tabii ki, kör kalplerin ve gözlerin Nur’u görmesine imkan yoktu. Nitekim gör­mediler de!..

Bir kimse müşriklerin yanına gelip onlara:

“Siz burada neyi bekliyorsunuz?” diye sordu.

Onlar:

“Muhammed’i bekliyoruz!” dediler.

Bunun üzerine o şahıs:

“Allah sizi umduğunuza erdirmesin! Vallahi Muhammed çıkmış ve başınıza toprak saçıp gitmiş!” dedi.

Müşrikler ellerini başlarının üzerine sürdüklerinde, toprak içinde kaldıklarını gördüler. Hemen içeriye baktılar. Peygamber Efendimiz’in döşeğinde birisinin uyumakta olduğunu gördüler:

“İşte Muhammed! Örtüsüne bürünmüş uyuyor!” dediler.

Hemen yatağa doğru yürüdüler. Yataktaki zat doğrulup onlara bakınca müşrikler şaşkınlıktan donakaldılar, gözlerine inanamadılar! Zira karşılarındaki Allah’ın Resulü değil, Hz. Ali idi!

Kendi kendilerine:

“Vallahi, adamın bize söylediği doğru imiş!” dediler.

Kureyş müşrikleri, Hz. Ali’ye öfkeyle:

“Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.

Hz. Ali:

“Bilmiyorum, bu hususta bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi.

Bunun üzerine müşrikler Hz. Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hatta Mescid-i Haram’a götürüp bir süre hapsettikten sonra bıraktılar. (İbn-i Hişam, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya’kubi, II, 39)

Kalpleri kilitli ve hakikate ama olan bedbahtlar, hane-i saadetin etrafında çirkin bir niyetle beklerlerken, Allah Resulü, ilahi emniyet içinde, çoktan Hz. Ebubekir’in evine varmıştı. Çünkü müşriklerin bir planı vardı, ama Allah’ın da bir planı vardı ki, onun dışında geçerli olabilecek hiçbir hüküm yoktu. Bu hususu Cenab-ı Hak şöyle bildirir:

“(Ey Resulüm!) Kafirler Sen’i tutup bağlamak veya öldürmek yahud Sen’i (yurdundan) çıkarmak için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (Sana) tuzak kurarlarken, Allah da (onlara) mekir (tuzak) kuruyordu. Çünkü Allah, mekir (tuzak) kuranların en ha­yırlısıdır.” (Enfal Suresi, 30)

Peygamberimizin Hicret Sırasında Yol Arkadaşı Kimdir?

Evinden çıktıktan sonra Hz. Ebubekir’in hanesine gelen Allah Resulü, o kabul etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allah Resulü, ümmete numune olacağı için bu defa sünnetullah icabı tedbirli hareket etti. Hz. Ebubekir’le beraber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.

Yine ince bir tedbir olarak Medine’nin aksi istikametine doğru yola revan oldular.

Hz. Ebubekir, Fahr-i Kainat Efendimiz’in kah önünde, kah arkasında yürüyordu. Allah Resulü onun bu hareketini fark edince:

“Ey Ebubekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.

Hz. Ebubekir:

“Ya Resulallah! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.

Peygamber Efendimizin Hicret Sırasında Sığındığı Mağara

Nihayet Sevr Mağarası’na ulaştılar.

Sıddik-ı Ekber Hazretleri:

“Ya Resulallah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerat deliklerini kapattıktan sonra:

“Artık gelebilirsiniz ey Allah’ın Resulü!” dedi. (İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 222-223)

Bu sırada müşrikler, Ebu Cehl’in başkanlığında Hz. Ebubekir’in evine gelmiş­ler, kızı Esma’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevabını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.

Sevr Mağarası’nın Bekçileri

Varlık Nuru ve O’nun Yar-ı Gar’ı mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medine yol­larında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zaten Allah’ın lutf u inayeti onların üzerindeydi ve kul tedbirinin tükendiği yerde ilahi nusret devreye giri­yordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri takib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allah Teala’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti!

Müşrikler, alemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.

Bu iki aziz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teala idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi.

Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hz. Ebubekir nazik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Allah Resulü Efendimiz için…

Zira müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:

“Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu” diyorlardı.

Bazıları:

“Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:

“Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallahi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine aittir!” dedi.

Ebu Cehil ise:

“Vallahi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.

Bu esnada endişeye kapılan Hz. Ebubekir Sıddik, Resulullah’a hitaben:

“Ben öldürülürsem, nihayet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helak olur.” diyordu.

Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hz. Ebubekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:

“Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallahi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.

Resul-i Ekrem Efendimiz Yar-ı Gar’ına:

“Ey Ebubekir, korkma! Hiç şüphesiz Allah bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 223-224; Diyarbekri, I, 328-329)

Kur’an-ı Kerim’de bu hadise şöyle anlatılmaktadır:

“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkar edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu; Allah da O’na sekinetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Tevbe Suresi, 40)

Peygamber Efendimiz Sevr Mağarası’nda Kaç Gün Kaldı?

Sevr Mağarası’nda misafir kaldıkları zaman zarfında Hz. Ebubekir’in kızı Esma yemek getirir; oğlu Abdullah ise babasının emri üzerine her gece mağarada onların yanında geceler, seher vakti yanlarından ayrılır, sanki Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş müşrikleriyle sabahlardı. Son derece zeki ve kabiliyetli bir genç olan Abdullah, gündüz de Kureyş müşriklerinin arasında bulunur, Peygamber Efendimiz hakkında söylenen şeyleri dinler, kurulan hile ve tuzakları Varlık Nuru’na haber verirdi.

Hz. Ebubekr’in azatlısı amir bin Füheyre de Ebubekir’e ait davarları, Mekkelilerin çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise davarlarının yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, davarlarıyla birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Peygamberimiz ve aziz dostu, ihtiyaçları olan sütü bu koyunları sağarak alırlardı. Sabahleyin erkenden Mekke’ye dönen Abdullah’ın ayak izlerini de davarların izleriyle siler, belirsiz hale getirirdi.

Üç gündür Resulullah’ı arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kes­mişlerdi. Abdullah’tan, müşriklerin ümidinin tükendiğini haber alan Resulullah, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allah Resulü’nün hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü O, Mekke-i Mükerreme’yi çok seviyordu. Nitekim bir defasında Hazvere bölgesinde durup Kabe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitaben şöyle buyurmuştu:

“Vallahi sen, Allah katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizi, Menakıb, 68/3925)

Yine bir defasında Mekke’ye hitaben:

“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şayet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizi, Menakıb, 68/3926)

Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilahi ile teselli geldi:

“Sana Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allah) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (Kasas Suresi, 85)

Bu ifadeler, geri dönüşü müjdeliyor, aynı zamanda Mekke fethinin ilk alameti olarak Allah Resulü’nün gönlündeki kederi sürura inkılab ettiriyordu.

Peygamberimizin Medine Yolculuğu

Mekke ile Medîne arası 400 küsur kilometrelik bir yoldur. O zamanlar deve yürüyüşüyle sekiz günde gidilebiliyordu. Yollar uzun, hava sıcak, kumlar alev alevdi ve mübarek kafile, ilk yirmi dört saat hiç durmadan yollarına devam etmişti.

Hz. Ebubekir, ticaret maksadıyla zaman zaman Şam’a gidip geldiği için pek çok kişi onu tanırdı. Bu yolculukları esnasında da tanıdığı birisiyle karşılaştıkça:

“Ey Ebubekir! Kimdir şu önündeki zat?” diye Fahr-i Kainat Efendimiz’i soranlara:

“Kılavuzumdur! Bana yol gösteriyor!” diyerek temkin ve tedbiri elden bırakmaz, bu sözü ile de aslında: “O bana en hayırlı yolu gösteriyor!” demek isterdi. (İbn-i Sa’d, I, 233-235; Ahmed, III, 211)

Hicret Sırasında Peygamber Efendimizin Yanında Kimler Vardı?

Resulullah, Ebubekir Sıddik ve azatlısı amir bin Fuheyre ile birlikte Abdullah bin Ureykıt rehberliğinde Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğradılar. Bu çadır Ümmü Mabed’e aitti. Kendisi gelip geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Medine’nin mukaddes yolcuları da Ümmü Mabed’den süt istediler.

Peygamber Efendimizin Süt Sağması

Çadırda Ümmü Mabed’in gayet zayıf bir koyunu vardı ki, sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olması sebebiyle, hayvancağızın sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecali yoktu. Bu sebeple çadırın bir köşesinde kalmıştı. Resulullah, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mabed:

“Anam babam sana feda olsun! Şayet onda süt bulabilirsen sağ!” dedi.

Sevgili Peygamberimiz, Allah Teala’nın bereket ihsan etmesi için dua ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı.

Ümmü Mabed’in (r.a.) bildirdiğine göre o koyun, Hz. Ömer’in halifeliği zamanında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır.

Yine Ümmü Mabed (r.a.):

“Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” diyerek koyundaki bereketi ifade etmiştir.

Resulullah oradan ayrıldıktan sonra çadıra Ümmü Mabed’in (r.a.) kocası Ebu Mabed çıkageldi. Çadırda pek çok süt görünce hayretle:

“Ey Ümmü Mabed! Bu sütler nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok! Bu ne haldir?” diye sordu.

Hanımı:

“Bugün bize mübarek bir zat uğradı. Şöyle şöyle güzel halleri vardı.” diye o gün yaşadığı hadiseleri anlattı.

Peygamberimizin Medine’ye Gelişi

Resulullah Efendimiz’in yola çıktığını haber alan Medinelilerde heyecan zirvedeydi. O mübarek yolcunun yolunu hasretle gözlüyorlardı. O nurlu kafileyi karşılamak, o ebedi saadet kervanının kereminden bir kırıntı kapabilmek için şehrin dışına kadar çıkıp iştiyakla bekleşiyorlardı.

Nihayet nübüvvetin on dördüncü senesi 12 Rebiulevvel pazartesi günü bir ses bütün Müslümanların sinelerinde se­vinçle yankılandı:

“Beklenen mübarek yolcu geliyor!..”

Bu müjdeli haberle tekbir sesleri bütün Medine’yi çınlatmaya başladı.

Müslümanlar silahlandılar. Kimi atlı, kimi piyade mukaddes misafiri karşılamaya koştu­lar.

Beklenen mübarek kafile, ilahi himaye ve sıyanet altında Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştığında, ortalık kaynamış, cihan bir cümbüşe dönmüştü.

Peygamber Efendimiz Medine’ye Girerken Söylenen İlahi

Tepelerden “Talea’l-bedru aleyna”nın yakıcı nağmeleri, dalga dalga semayı örüyor, gönülleri coşturuyordu. Tarih, o andan itibaren kıyamete kadar meydana gelecek vukuatı fihristleyecek bir “hicret takvimi” başlatıyordu.

Karşılamaya gelen müslümanların çoğu, kainatın varlık sebebi, alemlerin Efendisi, Hz. Muhammed Mustafa’yı (a.s.) daha önce görmedikleri için tanımıyorlardı. Bir müddet Hz. Ebubekir Sıddik’ı Peygamber Efendimiz zannettiler.

Resul-i Ekrem Efendimiz sükut halindeydi. Üzerine güneş gelince, Hz. Ebubekir hemen kalkıp O’nu ridasıyla gölgelemeye başladı. Müslümanlar ancak o zaman Varlık Nuru’nu tanıyabildiler.

Medine, bu günden sonra, İslamiyet’in inkişaf ve terakki mekanı ve aynası oldu. Küfrün karanlık yüzü, bu hicretle soldu. Mescid-i Saadet ve Mescid-i Kuba, ulvi bir mana kazanıp mahşere kadar bu mübarek hicretin kudsi mekanı ve hatırası olarak kaldı.

Ensar, Muhacirlere mal ve mülklerini arz ederek:

“İşte malım! Al, yarısı senin!..” dedi. Fedakarlık ve feragatte kabına varılmaz bir İslam kardeşliğinin temeli böylece atıl­mış oldu. Medine, İslam tarihindeki ölmez mevkiine ve zail olmaz itibarına mazhar oldu. Medine’de ezanlar, Ramazanlar, bayramlar, zekatlar, muharebeler ayrı bir tecelli ve ayrı bir ulviyyetle ümmete numune ve emsal oldu.

Varlık Nuru Kuba’da bulunduğu esnada Amr bin Avf Oğulları’ndan Külsum bin Hidm’in evinde misafir kaldı. Resulullah buradan çıkarak Sa’d bin Hayseme’nin evine gider, orada müslümanlarla oturur, sohbet ederdi.

Sa’d bin Hayseme (r.a.) bekar olduğundan, Muhacirlerin bekarları onun evinde kalırlardı. Bu sebeple Sa’d’ın (r.a.) evine “Menzilü’l-Uzzab: Bekarlar Evi” denirdi. (İbn-i Hişam, II, 110; İbn-i Sa’d, I, 233)

Resulullah Kuba’da kaldığı günlerde cenaze teşyiinde bulunur, hastaları ziyaret eder, davetlere katılırdı.

İslam Tarihinde Müslümanların İlk Mescidi

Hicret yolculuğunun ilk durağı olan Kuba’da Allah Resulü, Amr bin Avf Oğulları’nda on dört gece misafir oldu. İşte meşhur Mescid-i Kuba, bu esnada yapıldı. Hz. Peygamber de, mescidin inşasında bizzat çalıştılar.

Kuba Mescidi, İslam’da inşa edilen ilk mesciddir. Hicret gibi mühim bir hadise esnasında bina edildiği için önemli bir yere sahiptir. Bu mescid, Kur’an-ı Kerim’de:

“…(Medine’ye hicretin) ilk gününden takva üzerine kurulan Mescid…” (Tevbe Suresi, 108) şeklinde zikredilmiştir.

Ebu Hüreyre (r.a.):

“Orada, temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe Suresi, 108) ayetinin de Kuba halkı hakkında nazil olduğunu bildirmiştir. (Tirmizi, Tefsir, 9/3099; Ebu Davud, Taharet, 23/44; İbn-i Mace, Taharet, 357)

Hicret eden ilk Muhacirler Kuba’ya vardıklarında, Amr bin Avf Oğulları’nın hurma kurutma yerini düzeltip düzleyerek orada namaz kılmaya başlamışlardı. Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim, Kur’an’ı en güzel okuyan ve bilen kimse olduğu için ilk Muhacirlere o imamlık yapıyordu.

Varlık Nuru, ilk Muhacirlerin namaz kıldığı bu sahayı genişleterek Kuba Mescidi’ni inşa etti. Mescid, kare şeklinde olup ebadları yaklaşık 32 X 32 metre idi. Allah Resulü, Kubalılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Ebubekir ve Ömer’in (r.a.) da aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu.

Mescid’in inşasında en büyük gayreti, Ammar bin Yasir -radıyallahu anh- göstermekteydi. Bu bakımdan kendisine “İslam’da ilk mescid bina eden” denilmiştir.

Abdullah bin Revaha (r.a.) da hem çalışır hem şiir söyler, böylece mü’minlerin yorgunluğunu hafifletirdi.

Mescidin müezzinlik vazifesini ashab-ı kiramdan Sa’d el-Kurazi (r.a.) deruhte etmekteydi.

Mescid-i Nebevi ve Medine’deki diğer dokuz mescid gibi Kuba Mescidi’nde de eğitim ve öğretim faaliyetleri devam eder, Peygamber Efendimiz buraya her gelişlerinde buna nezaret ederdi.

İslam’da İlk Cuma Namazı ve İlk Hutbe

Nihayet Kuba’da on dört günlük bir misafirlikten sonra Allah Resulü ve beraberindekiler, Medine’ye hareket ettiler. Günlerden cuma idi. Öğle üzeri “Ranuna Vadisi”ne varılmış, namaz vakti girmişti. Allah Resulü devesinden indi. O sırada, İslam’ın iktidarının bir alameti olarak farz kılınan “cuma namazı”nı kıldırdı. Orada şu hutbeleri irad buyurdular:

Peygamber Efendimizin İlk Hutbesi

İlk Hutbe

    “Ey insanlar!

    Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken salih ameller işlemeye bakın! Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allah’ı çok çok zikretmekle Rabbinizle aranızı düzeltin! Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.

    Biliniz ki Allah, bu yılınızın bu ayında, bu yerde size kıyamete kadar «cuma na­mazı»nı farz kılmıştır. adil olsun-olmasın, başında bir imam varken benim sağlığımda veya benden sonra her kim hafife alarak veya inkar ederek bu namazı bırakırsa, onun iki yakası bir araya gelmesin! Ve Allah, onun işlerini başarıya ulaştırmasın! O kim­senin başka namazı yoktur; tevbe edenler müstesna… Çünkü kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” (İbn-i Mace, İkame, 78)

    “Ey insanlar!

    Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürü­sünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allah, ona tercümansız ve vasıtasız olarak diyecek ki: «Benim Rasulüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»

    Bu sual ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek…

    O halde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahi ateşten korun­maya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bari tatlı bir söz söy­leyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

    Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!” (İbn-i Hişam, I, 118-119, Beyhaki, Delail, II, 524)

    İkinci Hutbe

    “Allah’a hamd ederim ve O’ndan yardım dilerim. Nefislerimizin şerrinden ve amel­lerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse saptıramaz; saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.

    Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. O, birdir; ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Allah, kimin kalbini Kur’an’la süsler ve onu küfürden sonra İslam’a hidayet buyurur, o da Kur’an’ı başka sözlere tercih ederse, işte o kimse kurtuluşa ermiştir.

    Doğrusu Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en beliğidir.

    Allah’ın sevdiğini seviniz! Allah’ın Kelamı’ndan ve O’nu zikretmekten usanmayınız. Allah’ın kelamından kalbinize darlık gelmesin! Çünkü Allah’ın kelamı, her şeyin üstü­nünü ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların seçkini olan peygamberleri, kıssaların en güzel ve ibretlilerini anlatır. Helal ve haramı açıklar.

    Siz ancak Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız! O’ndan hakkı ile sakınınız! Yaptığınız iyi işleri diliniz te’yid etsin! Allah’ın kelamı ile birbirinizi seviniz! Muhakkak biliniz ki Allah Teala, ahdini bozanlara gazab eder.

    Allah’ın selamı üzerinize olsun!” (Beyhaki, Delail, II, 524-525)

    Bu hutbeler, İslam’ın itikad, ibadet, ahlak, muamelat gibi mevzularıyla dinin umumi bir hulasası hükmündedir.

    Cuma namazının Hicret esnasında farz kılınması, müslümanların cemaat haline gelmelerinin ehemmiyet ve zaruretine işaret etmektedir.

    Peygamberimiz Medine’de Kime Misafir Olmuştur?

    Resulullah, Kuba’dan Medine’ye hareket edeceği zaman, dayıları olan Neccaroğulları’na haber gönderdi. Onlar da silahlanıp geldiler ve Hz. Peygamber Efendimiz’e selam vererek:

    “Emniyetiniz temin edilmiş olarak develerinize binebilirsiniz!” dediler.

    Cuma namazından sonra Allah Resulü, devesi Kasva’ya bin­miş, Hz. Ebubekir, Neccaroğulları’nın eşrafı ve diğer Müslümanların refakatinde Medine’ye girmişlerdir.

    İki Cihan Güneşi İmamu’l-Enbiya Efendimiz’i daha fazla misafir etmek şerefinden mahrum kalacaklarını anlayan Kubalılar, O’ndan ayrılmanın hüznü ile:

    “Ya Rasulallah! Bizden usandığın için mi, yoksa bizim evimizden daha hayırlı bir yere gitmek için mi buradan ayrılıyorsun?” dediler.

    Peygamber Efendimiz:

    “Bana Medine’ye gitmem emredildi!” buyurarak kendilerinden hoşnud olduğunu bildirdi. (Diyarbekri, I, 339)

    Medineli bütün mü’minler, Allah Rasulü’nü misafir etme arzusu içinde idiler. Herkes O’nu evine götürüp ağırlamaya can atıyor ve bu hususta birbirleriyle tartışıp duruyorlardı. Bunun üzerine Allah Resulü, devesi Kasva’yı kastederek:

    “Hayvanı serbest bırakın, yolundan çekilin; o me’murdur (nerede çökeceği kendisine bildirilmiştir)!” buyurdu. (İbn-i Hişam, II, 112-113)

    Zira, ancak bu şekilde hiç kimsenin gönlü kırılmadan Rasulullah’ı kimin misafir edeceği meselesi halledilmiş olacaktı.

    Peygamber Efendimiz Medine’de Kimin Evinde Kalmıştır?

    Nitekim mübarek deve, bir iki yerde çöküp kalktıktan sonra Halid bin Zeyd’in (r.a.), yani Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerinin evinin önündeki arsaya çöktü. Bahtlı sahabi Ebu Eyyub Hazretlerinin gönlünü tarifsiz bir sürur kapladı. Resulullah Efendimiz’i:

    “Buyrunuz ey Allah’ın Resulü! Hanemizi şereflendiriniz!” diyerek evine davet etti.

    Resulullah, Ebu Eyyub’un (r.a.) evine doğru gelirken, Neccaroğulları’nın küçücük kızları deflerle karşısına çıkıp:

    “Neccaroğulları’nın kızlarıyız biz! Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hısımları olmak, O’nunla komşu olmak ne saadet, ne büyük bir şereftir!” diyerek neşideler okuyorlardı.

    Gönüller sultanı Peygamberimiz, onlara:

    “Söyleyin bakalım, beni seviyor musunuz?” diye soruyordu.

    Onlar da:

    “Evet ya Resulallah, Sen’i çok seviyoruz!” diyorlardı.

    Onların neş’e ve sevinçleriyle mesrur olan alemlerin Efendisi de:

    “Allah biliyor ya, vallahi, ben de sizleri seviyorum! Vallahi, ben de sizleri seviyorum! Vallahi, ben de sizleri seviyorum!” buyuruyordu. (İbn-i Mace, Nikah, 21; Diyarbekri, I, 341)

    Bera bin azib (r.a.) buyuruyor ki:

    “Ben Medinelilerin, Resulullah’nün gelişine sevindikleri kadar, çok sevindikleri başka bir şey görmedim! Bütün Medineliler büyük-küçük, kadın-erkek yollara dökülüp evlerin çatılarına çıkmışlar ve:

    “Allah’ın Nebisi geldi! Ya Muhammed! Ya Resulallah! Ya Muhammed! Ya Resulallah!” diyerek sevinçle bağırıyorlardı.” (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45; Müslim, Zühd, 75)

    Enes bin Malik Hazretleri de:

    “Ben, Resulullah’ın Medine’yi şereflendirdiği günden daha güzel, daha revnaklı, daha nurlu bir gün görmedim, O geldiğinde bütün Medine aydınlığa gark oldu.” demiştir. (Ahmed, III, 122; Tirmizi, Menakıb, 1/3618)

    Medine Dönemi Ne Zaman Başlamıştır?

    Hicret-i Seniyye ile nübüvvetin Mekke devri nihayete ermiş, Medine devri başlamış oldu.

    Kaynak: Osman Nuri Topbaş

    İlginizi Çekebilir

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir