1. Anasayfa
  2. PEYGAMBERİMİZ

Sevr Mağarası’nda Gerçekleşen Hadiseler

Sevr Mağarası'nda neler oldu? Hangi hadiseler gerçekleşti?

Sevr Mağarası’nda Gerçekleşen Hadiseler
Sevr Mağarası'nda Gerçekleşen Hadiseler
0

Sevr Mağarası’nda Gerçekleşen Hadiseler

Evinden çıktıktan sonra Hazret-i Ebu Bekr’in hanesine gelen Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, o kabul etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, ümmete numune olacağı için bu defa sünnetullah icabı tedbirli hareket etti. Hazret-i Ebu Bekir’le beraber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.

Yine ince bir tedbir olarak Medine’nin aksi istikametine doğru yola revan oldular.

Hazreti Ebu Bekir, Peygamberimizin kah önünde, kah arkasında yürüyordu. Peygamberimiz onun bu hareketini fark edince:

“-Ey Ebu Bekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.

Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-:

“-Ya Rasulallah! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.

Nihayet Sevr Mağarası’na ulaştılar.

Sıddik-ı Ekber Hazretleri:

“-Ya Rasulallah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerat deliklerini kapattıktan sonra:

“-Artık gelebilirsiniz ey Allah’ın Rasulü!” dedi. (İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 222-223)

Bu sırada müşrikler, Ebu Cehl’in başkanlığında Hazret-i Ebu Bekr’in evine gelmişler, kızı Esma’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevabını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.

Varlık Nuru ve O’nun Yar-ı Gar’ı mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medine yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zaten Allah’ın lutf u inayeti onların üzerindeydi ve kul tedbirinin tükendiği yerde ilahi nusret devreye giriyordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri takib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allah Teala’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti!

Müşrikler, alemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.

Bu iki aziz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teala idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi. 

Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh- nazik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Peygamber Efendimiz için…

Zira müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:

“–Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu” diyorlardı.

Bazıları:

“-Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:

“-Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallahi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine aittir!” dedi.

Ebu Cehil ise:

“-Vallahi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.

Bu esnada endişeye kapılan Hazret-i Ebu Bekir Sıddik, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e hitaben:

“–Ben öldürülürsem, nihayet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helak olur.” diyordu.

Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hazret-i Ebu Bekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:

“–Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallahi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.

Peygamber Efendimiz Yar-ı Gar’ına:

“–Ey Ebu Bekir, korkma! Hiç şüphesiz Allah bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 223-224; Diyarbekri, I, 328-329)

Kuran-ı Kerim’de bu hadise şöyle anlatılmaktadır:

“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkar edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir! diyordu”; Allah da O’na sekinetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Tevbe Suresi, 40)

Ebu Bekir -radıyallahu anh- diyor ki:

“Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarını görüyordum:

–Ey Allah’ın Rasulü, onlar ayaklarının aşağısına bir bakacak olsa bizi mutlaka görürler! dedim.

Bunun üzerine:

-Ey Ebu Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne endişeleniyorsun? buyurdu. (Buhari, Fedailü’l-Ashab, 2, Menakıb, 45; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 1)

Mekke’deki on üç yıllık tebliğ ve irşad mücahedesinden sonra, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ikinci bir mağara olarak gösterilen Sevr, Hira’dan farklı bir manevi tedris mekanı idi. Orası, ilahi esrar ve kudret akışlarını müşahede etmek, insan ve kainat kitabındaki hikmetleri okumak içindi. İlahi esrara gark olma ve kalbi inkişaf ettirme dersanesi idi.

Buradaki misafirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en üstün ve kıymetlisi olan Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh- idi. Hazret-i Ebu Bekir, O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapma şeref, izzet ve faziletine ermiş, “ikinin ikincisi” olmuştu. Varlık Nuru, bu aziz arkadaşına:

“…Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..” (et-Tevbe, 40) buyurmakla, aynı zamanda Allah ile beraber olma (maiyyet) sırrını telkin ediyordu. Bu, gizli zikir taliminin ilk başlangıcı ve gönüllerin Allah’a açılarak itmi’nana ermesiydi.

Yani Sevr Mağarası, kulu sonsuz esrar fezasından, vasıl-ı ilallah kılacak temel kalbi eğitimin başlangıç mekanı ve bu ilahi yolculuğun ilk merhalesi olmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in nur menbaı olan kalp alemindeki esrarı ümmetine faş etmesi, ilk defa Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh- ile bu mağarada başlamış, kıyamete kadar devam edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur.

iman, gücünü Hazret-i Peygamber’e muhabbetten almıştır. Bütün ulvi yolculukların temel saikı, O’na olan muhabbettir ve Hakk’a vuslatın yegane yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır. Çünkü sevginin şartı, aşkın kanunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Muhabbetin taze tutulması da manevi rabıta ile mümkündür. İlahi muhabbeti, ham ve sığ bir idrak ile kavrayabilmek mümkün değildir.

Hazret-i Ebu Bekr’in Peygamber Efendimiz’le kalbi rabıtasını ifade eden şu hadisenin, her gönle kendi ufku ve istidadı ölçüsünde bir tesir bırakacağı kanaatindeyiz:

Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ile her sohbetinde apayrı bir zevk ve lezzetle mütelezziz olurlar, esrar-ı nübüvvetin en samimi mahremi olduklarından, müstesna tecellilere nail olarak yanlarında iken bile Allah Rasulü’ne hasret içinde kalırlardı.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in:

“-Ebu Bekr’in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifadesi karşısında, Ebu Bekir -radıyallahu anh- gözyaşları içinde:

“-Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz ya Rasulallah?!.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 11) demek suretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fani olduğunu göstermiştir. (Bu manevi makam, tasavvufta “Fena fi’r-Rasul” olarak ifade edilmektedir.)

Sevr Mağarası’nda Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, bir ara mübarek başlarını Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ın dizlerine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnada Ebu Bekir -radıyallahu anh-, mağarada kendilerine çok yakın bir yerde küçük bir delik gördü. Herhangi bir zararlı haşeratın çıkıp da Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’i incitmemesi için hemen ayağını Allah Rasulü’nü uyandırmadan o deliğin üzerine koydu.

İmtihan-ı ilahi, gerçekten bir müddet sonra düşüncesinde haklı çıktı. Zira bir yılan, Hazret-i Ebu Bekr’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahabinin canı o kadar yandı ki, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden düşen birkaç damlaya mani olamadı. Öyle ki, bu damlalardan bir tanesi Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübareklerine düştü. Bunun üzerine uyanan Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“–Ne var ya Eba Bekir? Ne oldu?” diye sordu.

Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-:

“–Bir şey yok ya Rasulallah!” dediyse de, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ısrarı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı. (Beyhaki, Delail, II, 477; İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 223)

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, hemen mübarek tükrüklerini yılanın ısırdığı yere parmaklarıyla sürdüler. Allah’ın lutfuyla daha o anda Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ın acı ve ıztırabı dindi, yarası şifa buldu.

Zayıf bir rivayete göre bu hadise dolayısıyla Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, yılana sordu:

“–Bu işi niçin yaptın?”

Yılan da şöyle dedi:

“–Ya Rasulallah! Ben yıllardır Sizi görmenin hasreti ile şu küçük delikte bekler dururdum. Tam arzuma nail olacağım sırada, Sizi görebilme yolumun kapanmış olduğunu gördüm. Ancak muhabbetimin galebesine dayanamayarak onu kapatanı engellemek için ısırmak zorunda kaldım.”

(Eğer Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in dostu olan kimse, yılan zehri içse, o zehir, kendisi için bir hayat suyu olur. Ancak O Peygamberler Sultanı’na hasım olan kimse, su bile içse, o su kendisine bir yılan zehiri kesilir.)

Bu hakikati aksettiren diğer bir misal de Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-’ın hilafetinde vuku bulmuştur. Şöyle ki:

Rivayete göre Bizans imparatoru, bir iyi niyet nişanesi olarak Hazret-i Ömer’e düşmanlarını bertaraf etmekte faydalı olabilecek çok kuvvetli bir zehir gönderir. Hayatları Rum entrikalarıyla geçen Bizans imparatorları için çok tabii olan bu işe, Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- iltifat etmez. Onu getiren elçinin önünde zehir şişesini ellerine alır ve sadece bir besmele çekerek olduğu gibi içer. Zehrin hiçbir tesiri görülmez.

Bu hadiseler, yani Allah’ın izni ile zehrin zararından mahfuz olabilmek, ancak Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kalp aleminden nasib alarak O’nunla aynileşmiş müstesna kullara ait bir keyfiyettir.

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- halifeliği zamanında bazılarının kendisini Hazret-i Ebu Bekr’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince:

“-Vallahi, Ebu Bekr’in o gecesi, Ömer’in bütün hanedanından daha hayırlıdır! Yine Ebu Bekr’in o günü, Ömer’in bütün hanedanından daha hayırlıdır! Peygamber Efendimiz -aleyhissalatü vesselam- mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebu Bekir O’nun yanında idi.” demiştir. (Hakim, III, 7/4268)

Sevr Mağarası’nda misafir kaldıkları zaman zarfında Hazret-i Ebu Bekr’in kızı Esma yemek getirir; oğlu Abdullah ise babasının emri üzerine her gece mağarada onların yanında geceler, seher vakti yanlarından ayrılır, sanki Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş müşrikleriyle sabahlardı. Son derece zeki ve kabiliyetli bir genç olan Abdullah, gündüz de Kureyş müşriklerinin arasında bulunur, Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen şeyleri dinler, kurulan hile ve tuzakları Varlık Nuru’na haber verirdi.

Hazret-i Ebu Bekr’in azatlısı amir bin Füheyre de Ebu Bekr’e ait davarları, Mekkelilerin çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise davarlarının yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, davarlarıyla birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Peygamberimiz ve aziz dostu, ihtiyaçları olan sütü bu koyunları sağarak alırlardı. Sabahleyin erkenden Mekke’ye dönen Abdullah’ın ayak izlerini de davarların izleriyle siler, belirsiz hale getirirdi.

Üç gündür Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’i arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kesmişlerdi. Abdullah’tan, müşriklerin ümidinin tükendiğini haber alan Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü O, Mekke-i Mükerreme’yi çok seviyordu. Nitekim bir defasında Hazvere bölgesinde durup Kabe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitaben şöyle buyurmuştu:

“Vallahi sen, Allah katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizi, Menakıb, 68/3925)

Yine bir defasında Mekke’ye hitaben:

“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şayet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizi, Menakıb, 68/3926)

Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilahi ile teselli geldi:

“Sana Kuran’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allah) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (Kasas Suresi, 85)

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ

İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir