Uhud Savaşı Tarihi ve Sonuçları

Uhud Savaşı Kısaca

Uhud Savaşı, 23 Mart 625’te Medine yakınlarındaki Uhud dağında Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında yapıldı. Savaşın sebebi, Bedir Savaşı’nda hezimete uğrayan Mekkeli müşriklerin Müslümanlardan öç almak istemesidir. Meydana gelen savaşta Peygamber Efendimizin görevlendirdiği okçuların yerini terketmesiyle birlikte iki ateş arasında kalan Müslümanlardan Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabi şehit oldu. Peygamber Efendimiz ciddi şekilde yaralandı.

Uhud Gazvesi de Bedir gibi Mekkeli müşriklerle yapılan dehşetli bir savaştır. Hicretin üçüncü senesinin Şevval ayında vuku bulmuştur.

Uhud Savaşı Nedenleri

Mekkeli müşrikler, Bedir hezimetinden sonra büyük bir mateme bürünmüşlerdi. Herkes bir yakınını kaybetmişti. Onun intikamını almanın hıncıyla doluydu. Kureyş’in yeni reisi Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de bunların başında gelmekteydi. Neticede aradan fazla bir zaman geçmeden, intikam ateşiyle yürekleri tutuşmuş üç bin kişilik bir müşrik or­dusu hazırlandı. Ordunun techizi için Ebu Süfyan’ın Bedir Gazvesi’nde kurtarmayı başardığı kervandaki mallar kullanıldı. Çevredeki Araplardan da yardım istendi.

Bu arada Hazret-i Peygamber’in amcası Abbas, olup bitenleri Medine’ye haber verdi. Allah Resulü de derhal harp meclisini topladı. Medine içinde kalıp müdafaa harbi mi yoksa şehir dışına çıkarak taarruz harbi mi yapmak lazım geldiği hususunda istişarede bulundu. Kendileri, müdafaa harbi yapmak taraftarı idiler.

Ancak Bedir Gazası’na katılamamış olan gençlerin ve Hazret-i Hamza gibi yiğitlerin çoğunluğu teşkil eden reyleriyle, şehir dışına çıkarak taarruz harbi yapılma­sına karar verildi. Hatta onların bir kısmı:

“–Biz böyle bir günü sabırsızlıkla bekliyorduk!” dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü, hücre-i saadetine girerek zırhını giyindi. Ancak bu arada Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmaya taraftar olanlar, diğerlerini ikna etmişlerdi. Sa’d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr:

“Medine’den çıkmak istemediği halde siz Allah Resulü’ne ısrar edip durdunuz. Halbuki O’na emir semadan iner. Siz bu işi O’na bırakın. O’nun emrettiği şeyi yapın!” dediler. (Vakıdi, I, 213-214)

Onlar da derhal Resulullah’a koştular:

“–Ya Resulallah! Biz sizin reyinize karşı gelmeyiz. Biz hata ettik. Siz arzu ettiğiniz gibi hareket ediniz!” dediler. Allah Resulü’nün cevabı kesin oldu:

“Bir peygamber zırhını giydikten sonra harb etmeden onu çıkarmaz! Ben size ne buyurursam, onu yapmaya bakınız! Haydi Allah’ın ismiyle gidiniz! Eğer sabreder ve vazifenizi de yaparsanız, Allah Teala, zaferi yine size ihsan buyuracaktır!” (Vakıdi, I, 214; İbn-i Sa’d, II, 38)

Nitekim Allah Resulü, cuma namazını müteakip Medine’de Abdullah bin Ümm-i Mektum’u vekil bırakarak bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Ancak yolda münafıkların elebaşısı Abdullah bin Übey’in, üç yüz kişilik taraftarıyla beraber geri dönmesi üzerine İslam ordusundaki asker sayısı yedi yüze düştü. Cenab-ı Hak, bu hadise hakkında şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu:

“İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah’ın izniyle ol­muştur ki, bu da mü’minleri ayırd etmesi ve münafıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara:

“Gelin, Allah yolunda çarpışın veya müdafaada olsun bulunun!” denildiği zaman:

“Harbetmeyi bilseydik, el­bette sizin peşinizden gelirdik!” dediler. Onlar o gün, imandan çok kafirliğe yakın idiler. Ağızları ile kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir.” (Al-i İmran, 166-167)

“(Ey Resulüm!) Sen, sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir. O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah, onların yar­dımcısı idi. Mü’minler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler!” (Al-i İmran, 121-122)

Münafıkların ordudan ayrılışı, bir bakıma ilahi bir lutuf olmuştu. Çünkü onların bu davranışıyla ordu zayıflamamış, aksine içinde bulunan iki yüzlü ve ürkek yüreklerden temizlenmiş, böylece manevi yönden daha dinç ve zinde bir hale gelmişti. Zira onların savaş anında ihanetleri daha tehlikeli olabilir, mümin­lerin maneviyatını sarsabilirdi.

Uhud Savaşı Hazırlığı

Resul-i Ekrem Efendimiz, Uhud Harbi’ne çıkacağı esnada ordusunu teftiş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsait olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Rafi bin Hadic de geri çevrilenler arasında idi. Züheyr bin Rafi:

“Ya Resulallah! Rafi iyi ok atıcıdır!” diyerek onun ordudan ayrılmamasını istedi. Rafi bin Hadic hadisenin devamını şöyle anlatır:

“Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Resulullah da benim orduya katılmama izin verdi. Semüre bin Cündeb, bana müsaade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinan’a:

“Babacığım! Resulullah Rafi’ye müsaade etti. Beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim.” dedi. Mürey:

“Ya Resulallah! Benim oğlumu geri çevirip Rafi’ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Rafi’yi yener.” dedi. Allah Resulü, Semüre ile bana:

“Haydi güreşin bakalım!» dedi. Güreştik, neticede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Resulullah ona da izin verdi.” (Taberi, Tarih, II, 505-506; Vakıdi, I, 216)

Uhud Savaşı’nda Kullanılan Strateji

Hazret-i Peygamber, ordusunun arkasını Uhud Dağı’na verdi. Ayneyn Tepesi’ne de düşmanın bu aradaki vadiden saldırma ihtimaline karşı elli okçu yerleştirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr’i tayin ederek onlara şu tembihte bulundu:

“Siz bizim arkamızı muhafaza edeceksiniz. Düşman galip gelsin veya mağlub ol­sun, benden haber gelmedikçe yerlerinizden ayrılmayınız!” (İbn-i Hişam, III, 10; Ahmed, I, 288)

Harp, adet olduğu üzere, yine mübareze ile başladı. Allah’ın Arslanı Hazret-i Ali, müşriklerin san­caktarı Talha’yı bir vuruşta yere serdi. Kureyş sancağını alan Talha’nın kardeşi Osman’ı da Hazret-i Hamza; üçüncü sancaktarı ise Sa’d bin Ebi Vakkas öldürdü.

Nihayet harp, bütün şiddetiyle başladı. Çarpışma iyice kızıştığı bir sırada Allah Resulü, üzerinde:

“Korkaklıkta ar ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır!” sözleri yazılı kılı­cını göstererek:

“Bunu benden kim alır?” diye sordu. Sahabiler:

“Ben, ben!” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar. Efendimiz:

“Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensar’dan Ebu Dücane ayağa kalkıp:

“Onun hakkı nedir ey Allah’ın Resulü?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar, düşmanla vuruşmandır…” buyurdu. Ebu Dücane:

“Ben onu hakkını vermek üzere alırım ya Resulallah!” dedi.

Ebu Dücane kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslam saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Peygamber Efendimiz onun gururlu ve kibirli bir şekilde yürüdüğünü görünce:

“Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah ona bu gibi durumların haricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 11-12; Vakıdi, I, 259; Müslim, Fedailü’s-Sahabe, 128)

Harp esnasında Yahudi alimlerinden Muhayrık Müslüman oldu. O, Peygamber Efendimiz’i Tevrat’ta anlatılan sıfatlarıyla çok iyi tanırdı. İlmen bulduğu hakikati Uhud’a kadar açıklayamamıştı. alemlerin Efendisi Uhud Savaşı’na çıktığı zaman yahudilere:

“Ey yahudi cemaati! Vallahi siz Muhammed’in peygamber olduğunu ve O’na yardım etmeniz gerektiğini pekala biliyorsunuz!” dedi. Yahudiler:

“Bugün cumartesi günüdür; hiçbir şeyle uğraşılmaz!” dediler. Muhayrık:

“Sizin için cumartesi diye bir şey yoktur!” dedi. Kılıcını ve ihtiyaç duyduğu malzemeleri yanına alıp akrabalarından birisine:

“Eğer bugün öldürülürsem bütün mal varlığım Muhammed’indir. O, Allah’ın gösterdiği şekilde onları kullanır!” diyerek vasiyette bulundu. Uhud’da savaşmaya gitti ve şehid oldu. Bıraktığı yedi hurma bahçesini Peygamber teslim alıp vakfetti ve:

“Muhayrık, Yahudilerin en hayırlısıdır!” buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 38; Vakıdi, I, 263; İbn-i Sa’d, I, 501-503)

Uhud’da birbirinden ibretli sahneler yaşanıyordu:

Kuzman adlı bir Medineli, savaşta yedi kişiyi öldürmüş, kendisi de ağır bir yara alarak ölmüştü. Buna rağmen Allah Resulü:

“Kuzman cehennemliktir!” buyurdu. Çünkü o, son nefesinde kendisine:

“Şehidliğin mübarek olsun ey Kuzman!” diyen Katade bin Numan’a:

“Ben kabilem için savaştım; şehidlik için değil!” demiş ve kılıcına abanarak intiharla canına kıymıştı. (Vakıdi, I, 263)

Buna karşılık, kabilesinin İslam’a girmesine önce itiraz eden sonra da pişman olan Usayram, tepeden tırnağa silahlanmış bir halde Nebi’ye geldi ve:

“Ya Resulallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Resul-i Ekrem:

“Önce müslüman ol, sonra savaş!” buyurdu. Bunun üzerine Usayram müslüman oldu, sonra savaştı ve şehid oldu. Resulullah:

“Az çalıştı, fakat çok kazandı!” buyurdu. (Buhari, Cihad, 13; Müslim, İmare, 144)

Yaralıların arasında yatarken, kendisine meraklı nazarlarla bakan­lara son nefesinde:

“Ben Müslüman olmak için geldim. Allah ve Resulü uğrunda çarpıştım ve yara­landım!” diyordu. Ebu Hüreyre, bu zatı bir bilmece gibi sahabilere sorar:

“Bana söyleyin bakalım, hayatında bir kere bile namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” derdi. İnsanlar cevabını bilemez, kendisinin söylemesini isterlerdi. Ebu Hüreyre de:

“O, Usayram, yani Amr bin Sabit’tir!” derdi. (İbn-i Hişam, III, 39-40; Vakıdi, I, 262)

Savaş esnasında Abdullah bin Cahş’ın kılıcı kırılmıştı. Varlık Nuru Efendimiz ona bir hurma dalı verdi. Hurma dalı Abdullah’ın elinde bir kılıç oluverdi. Abdullah şehid oluncaya kadar bu kılıcı kullandı. “Urcun” ismi verilen bu kılıç, Abdullah bin Cahş’ın varislerindeyken, onu Türk beylerinden biri, iki yüz dinara (altına) satın aldı.

Müslümanların görülmemiş bir şevkle düşman üzerine atılmaları, kısa zamanda za­ferle neticelendi; sayı ve techizat bakımından üstün olan düşman kaçmaya başladı. Ancak müs­lümanlar, bir müddet düşmanı kovaladıktan sonra zaferlerinden tamamen emin olup gani­met toplamaya başladılar. Hatta Allah Rasulü’nün tembihatını hatırlatan kumandanlarının ısrarına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganimet toplamaya koştular. Tepede yal­nız okçuların emiri Abdullah ile yedi arkadaşı kalmıştı.

İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Düşmanın uyanık kumandanlarından Halid bin Velid, süvari birliği ile beklediği fırsatı ele geçirmişti. Emrindeki süvarilerle derhal, okçuların bulunduğu tepenin arkasından dolaşarak Abdullah’ı ve di­ğer okçuları kısa zamanda şehid ettiler. Ganimet toplayan müslümanların arka tarafların­dan şiddetli bir saldırı başlattılar. Bozguna uğrayıp kaçmakta olan düşman askerleri de bu durumu görünce derhal geri dönerek, müs­lümanların üzerine yeniden hücuma geçtiler. İslam ordusu iki ateş arasında kaldı. Aralarında ka­rışıklık çıktı.

Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’nın Şehit Oluşu

Bu sırada saflar arasında bir o tarafa bir bu tarafa koşup duran İslam’ın yiğit cen­gaveri Hazret-i Hamza, Vahşi’nin attığı bir mızrakla şehid oldu. Henüz bir köle olan Vahşi, bunu, Hind’in kendisine va’dettiği hürriyete kavuşmak için yapmıştı. Dehşetli bir hırsla uzun zamandır bu fırsatı bekleyen Hind, Hamza’ın karaciğerini çıkartıp ısıracak kadar vahşette ileri gitti. Bundan dolayı ona “akiletü’l-Ekbad” yani “Ciğer Yiyen” lakabı takıldı.

Hazret-i Hamza’nın şehadeti, müslüman saflarında dalga dalga bir matem havası es­tirdi. Zaten karışan saflar, iyice bozuldu. Allah Teala bu hali şöyle beyan buyurur:

“Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan va’dini yerine ge­tirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamber’in verdiği) emir hususunda tartışmaya kalktınız ve asi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlub etmekten) alıkoydu. Ve and olsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü’minlere karşı çok lutufkardır.” (al-i İmran, 152)

Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, okçulardan yerlerini terk edenleri; “Kiminiz dünyayı arzu ediyordu.” diye ikaz ederken, orayı terk etmeyip şehid düşenleri de; “Kiminiz de ahireti arzu ediyordu.” buyurarak medh ü sena etmiştir.

Müşrikler, o gün birçok mü’mini şehid ettiler. Hatta bir grup müşrik, doğrudan doğruya Allah Resulü’nü hedef alarak saldırıya geçti. Efendimiz’e yapılan hücumlar iyice sıklaştı. Talha bin Ubeydullah der ki:

“Resulullah’ın ashabı dağılınca, müşrikler saldırıya geçtiler ve Allah Resulü’nü her taraftan kuşattılar. Kendisini, gelen saldırılara karşı, önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı müdafaa edeceğimi bilmiyordum. Kılıcımı sıyırıp bir kere önünden, bir kere de arkasından gelenleri uzaklaştırdım, nihayet dağıldılar.” (Vakıdi, I, 254)

Müşriklerin keskin nişancısı Malik bin Züheyr, Resulullah’a bir ok atmıştı. Talha bin Ubeydullah, okun Resulullah’e isabet edeceğini anlayınca elini oka karşı tuttu. Ok parmağına çarparak elini çolak bıraktı.

Muhacir ve Ensar’dan bir kısım sahabiler Allah Resulü’nün etrafını sardılar; O’nun önünde şehid olmak üzere bey’at ettiler ve:

“Yüzüm yüzünün önünde siper, vücudum Sen’in vücuduna fedadır! Allah’ın selamı her daim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vakıdi, I, 240)

Ebu Talha, yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allah Resulü yanından ok torbası ile geçen herkese:

“Ok torbanı Ebu Talha’nın yanına boşalt!” buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebu Talha:

“Ya Resulallah! Anam-babam Sana feda olsun! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isabet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak, bana dokunsun!” derdi. (Buhari, Meğazi, 18)

Katade bin Numan da Allah Resulü’nü korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihayetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Katade’yi böyle görünce Allah Resulü’nün gözleri yaşardı. Efendimiz Katade’nin göz bebeğini eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı.

Hanım sahabilerden Ümmü Umare da Uhud Savaşı’na katılarak oku ve yayı ile düşmanla çarpışanlardan biridir. Savaştan sonra Medine’ye dönen Allah Resulü:

“Harp esnasında sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Umare’nin yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum.” demiştir. (İbn-i Hacer, el-İsabe, IV, 479)

Bu vesileyle Efendimiz’in muhtelif iltifat ve dualarına mazhar olan Ümmü Umare Hatun, Allah Resulü’ne:

“Allah’a dua et de cennette Sana komşu olalım.” dedi.

Peygamber Efendimiz:

“Allah’ım! Bunları bana cennette komşu ve arkadaş et!” diyerek dua etti. Bunun üzerine Ümmü Umare:

“Artık bundan sonra dünyada ne musibet gelirse gelsin, aldırmam!” dedi. (Vakıdi, I, 273; İbn-i Sa’d, VIII, 415)

Peygamberimizin Yaralandığı Savaş

Savaşın kızıştığı anda Allah Resulü’ne karşı yapılan hücumların birisinde Sa’d bin Ebi Vakkas’ın müşrik kardeşi Utbe, Peygamber Efendimiz’e bir taş fırlattı. Atılan taşla, yerleri ve gökleri titreten bir ha­dise olarak, Resulullah’ın zırhından iki halka, mübarek yüzlerine battı ve yanağını yararak bir dişini kırdı. Resul-i Ekrem Efendimiz, fasık Ebu amir’in Müslümanlar için kazdığı çukurlardan birine düştü. Hazret-i Ali, Allah Resulü’nün elinden tuttu, Talha bin Ubeydullah da ayağa kaldırıp çukurdan çıkardı. Ebu Ubeyde bin Cerrah, Efendimiz’in yüzüne batan miğfer halkalarından birisini dişiyle çekip çıkardı. Bunu yaparken kendisinin ön dişi de kırıldı. Öteki halkayı çıkarırken bir dişi daha kırıldı. O an bütün sahabe-i güzin ve hatta melekler, derin bir mateme büründüler. Bu durum ashabın son derecede ağırına gitti ve Efendimiz’e:

“–Kureyş müşriklerine beddua etseniz?!” dediler. Resul-i Ekrem ise:

“–Ben lanetleyici olarak gönderilmedim. Bilakis doğru yola davet edici ve rahmet olarak gönderildim. Allah’ım! Kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar.” diyerek dua etti. (Buhari, Meğazi, 24; Müslim, Cihad, 105; Heysemi, VI, 117; Vakıdi, I, 244-247; Kadı Iyaz, I, 95)

Yaralandığı vakit Varlık Nuru Efendimiz:

“–Allah, Rasulü’nün yüzünü yaralayan kavme çok gazaplandı!” buyurdu. Sa’d bin Ebi Vakkas şöyle demiştir:

“–Vallahi Resulullah’ın bu sözünü duyunca, (O’nu yaralayan) kardeşim Utbe bin Ebi Vakkas’ı öldürmek için duyduğum hırs kadar, hiç kimseyi öldürmeye hırs duymadım!”

Nitekim Sa’d bunun için müşrik saflarını yararak pek çok defa teşebbüste bulunmuş, ancak Allah Resulü, Sa’d’ın, kardeşini öldürmesine mani olmuştur.

Sa’d bin Ebi Vakkas, Fahr-i Kainat’ın yanında müşriklere durmadan ok yağdırıyor, Varlık Nuru Efendimiz de:

“-At ya Sa’d! Babam ve anam sana feda olsun!” buyuruyordu. Buna şahid olan Hazret-i Ali:

“Ben, Nebi’nin Sa’d haricinde hiç kimse için; “Babam ve anam sana feda olsun!” dediğini duymadım.” demiştir. (Tirmizi, Edeb 61, Menakıb 26; Ahmed, I, 92)

Peygamber Efendimiz, büyük bir karışıklığın yaşandığı bu hengamede dahi sonsuz bir iman metaneti ile Hakk’a tevekkül ediyor, bir taraftan kanayan vech-i mübareklerin­i elleriyle silerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hakk’a iltica halinde:

“Ya Rabbi! Kavmim cahildir, ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen onlara hidayet ver!” diye duaya devam ediyordu. Sehl bin Sa’d anlatıyor:

“Resulullah Uhud Savaşı sırasında yaralanınca Fatıma mübarek yüzlerinden kanı yıkamaya başladı. Hazret-i Ali de Fatıma’ya su döküyordu. Hazret-i Fatıma suyun kanı gittikçe artırdığını görünce, bir parça hasır aldı; onu yakıp iyice kül haline getirdikten sonra yaraya bastı. Böylece kan durdu.” (Buhari, Cihad, 80; Meğazi, 24; Müslim, Cihad, 101)

İşte Uhud Harbi, böyle hüzünlü sahnelerin yaşandığı bir hal almıştı. Harbin seyri başlangıçta mü’minlerin lehine iken, emre itaatsizlik sebebiyle birden müşriklerin lehine dönmüştü. Allah Resulü’nün etrafında sadece on dört kişi kalmıştı. alemlerin Efendisi paniğe kapılan birtakım mü’minlere:

“–Ey Allah’ın kulları! Bana geliniz, ben Allah’ın Resulü’yüm!” diye seslenmeye başladı. (Vakıdi, I, 237)

Bu hal, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyrulur:

“O zaman Peygamber arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, durmadan (savaş alanın­dan) uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakamıyordunuz. (Allah) size keder üstüne keder verdi ki, gerek elinizden gidene gerekse de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (al-i İmran, 153)

Müslümanların bir kısmı da Hazret-i Peygamber’in şehid edildiğini duymuş, yıldı­rım çarpmışçasına sarsılmışlardı. Öyle ki; “Allah Resulü öldükten sonra biz burada ne diye duralım!” deyip savaş alanını terkediyorlardı. Bunlar aslında Medine’yi korumak için geri dönmüşler, fakat Müslüman kadınlar tarafından tekrar geri çevrilmişlerdi.

Bir kısmı ise; “Allah’ın Resulü ölse bile, Allah bakidir!” diyerek harbe devam ediyordu. Bunlardan Enes bin Nadr (meşhur Enes bin Malik’in amcası), ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden alemlerin Efendisi’nin şehid olduğu haberini duydu­ğunda büyük bir teslimiyet ve metanetle:

“–Resulullah şehid olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi siz de O’nun gibi savaşarak şehid olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücum etti. Bir müd­det sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehadet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişam, III, 31)

Hazret-i Enes şöyle anlatmaktadır:

“Amcam Enes bin Nadr, Bedir Savaşı’na katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:

“–Ey Allah’ın Resulü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teala müşriklerle yapılacak bir savaşa katılmayı nasib ederse, neler yapacağımı elbette görecektir.” dedi.

Uhud Gazvesi’ne katıldı. Müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kastederek: “Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyan ederim!”, müşrikleri kastederek de: “Bunların yaptıklarından da beriyim ya Rabbi!” deyip ilerledi. Sa’d bin Muaz’la karşılaştı ve:

“–Ey Sa’d! İstediğim cennettir. Kabe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum.” dedi.

Sa’d daha sonra hadiseyi Peygamber Efendimiz’e naklederken:

“-Ben onun yaptığını yapamadım ya Resulallah!” demiştir.

Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu ayet, amcam ve onun emsali hakkında nazil oldu:

“Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerine sadakat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehid düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar asla sözlerini değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzab, 23)” (Buhari, Cihad, 12; Müslim, İmare, 148)

Savaş, mü’minlerin aleyhine dönünce harp meydanından kaçanlar, -hikmet-i ilahi- umumiyetle şehir dışına çıkarak harp etmek iste­yenlerdi. Allah Teala, onlara hitaben şöyle buyurdu:

“And olsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmezden önce onu temenni ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz!” (al-i İmran, 143)

Ölüme hazır olduklarını söyleyip de sonra Varlık Nuru’nun öldüğü hezeyanına bakarak gerisin geriye kaçanlara gelen ilahi ikaz gayet şiddetli oldu:

“Muhammed ancak bir Rasul’dür. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür, ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükafatlandırır.” (Al-i İmran, 144)

O dehşetli gün, bütün her şeye rağmen Allah Resulü, bir kutup yıldızı gibi yerinden hiç ayrılmayarak nebevi bir dirayetle mukavemet gösterdi. Celadet, ce­saret, şecaat ve itidali ile ashabına cengaverlikte de ulvi bir nümune oldu. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“(Düşmana karşı) gevşeklik göstermeyiniz! (Mağlub olduk, diye) mahzun da olma­yınız! (Allah’ın vaadine) inanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz (sonunda galip olacaksınız)! Eğer sizin (Uhud’da) yaralanarak canınız yandıysa (Kureyş) kavminin de (Bedir’de) öyle canı yanmıştı. Biz bu günleri insanlar arasında nöbetleşe dolaştırırız. (Bazı kere siz galip olursunuz, bazı kere de düşmanlarınız galip gelir!)…” (Al-i İmran, 139-140)

Cenab-ı Hakk’ın, Peygamberi’ne ve mü’minlere olan merhamet ve lutfu ile Uhud günü, bütün karışıklıklara rağmen, müşrikler hedeflerine varamadılar. Bu arada ashab-ı kiram hazaratı, Resulullah’ı görerek yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Müşriklerin hücumu göğüslendi. Mü’minler, büyük bir sebatla Allah Resulü’nü korudu­lar. Mekkeli müşrikler, yeniden zayiat vermeye başladı. Bunun üzerine kayıpların artma­ması için biraz geri çekildiler. Bu fırsatı değerlendiren Allah Rasulü de Uhud Dağı’na çekildi. Bu defa da Ebu Süfyan, dağın tepesinden mü’minlerin üze­rine sarkmak istediyse de başarılı olamadı.

Bu korkulu anda Allah Teala mü’minlere bir uyku hali lutfetti, bulundukları yerde tatlı ve huzur verici bir uykuya daldılar. Hatta bazıları ellerindeki kılıçlarını defalarca yere düşürdüler. Bu uyku sadece mü’minleri sarmıştı. Müslümanların arasındaki münafıkların ve şüphecilerin ise gözlerine uyku girmiyordu. Onlar o esnada endişe içinde düşünüyor, müşriklerin gelip kendilerini öldürmelerinden korkuyorlardı.

Bir ara, Ebu Süfyan ile Hazret-i Ömer arasında kısa bir tartışma yaşandı. Bunun ardından geri dönmek için hareket eden Ebu Süfyan, arzu ettiği tatmin edici neticeyi elde edememiş ol­manın hırsıyla son olarak:

“–Gelecek yıl Bedir’de buluşalım!” dedi.

Hazret-i Ömer durup Peygamber Efendimiz’in buna ne söyleyeceğini bekledi. Varlık Nuru Efendimiz:

“–Olur! Orası inşaallah buluşma yerimiz olsun, de!” buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 45; İbn-i Sa’d, II, 59)

Gerçekte ise müşriklerin içine bir korku düşmüş, onun için dönüyorlardı. Nitekim Rasulullah’a verilen mucizelerden biri de, düş­manın gönlüne uzak mesafelerden bile korku salmasıydı. Cenab-ı Hak buyurur:

“Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!” (Al-i İmran, 151)

Peygamberimizin Uhud Savaşı Sırasında Okuduğu Dua

İşte müşrikler, kalplerine düşen bu korkunun da tesiriyle, müslümanlara karşı sağladık­ları geçici galebeye rağmen tamamen müdafaasız olan Medine’yi istilaya teşebbüs edemediler. Üstelik yanlarında bir tek müslüman esir bile olmadığı halde geri dönüyorlardı. Şüphesiz ki bu, Allah’ın, Peygamberi’ne ve mü’min­lere olan bir lutfu idi. Uhud’da müşrikler dönüp giderken, Allah Rasulü:

“–Saf olunuz, Rabbime dua ve senada bulunayım!” buyurdu. Ashab-ı kiram Allah Rasulü’nün arkasında saf oldular. Peygamber Efendimiz şöyle dua etti:

“Allah’ım! Bütün hamd ü senalar Sana aittir! Allah’ım! Sen’in yayıp bollaştırdığını daraltacak yok, Sen’in daralttığını de açıp yayacak yok! Sen’in saptırdığını doğrultacak yok, Sen’in hidayet verdiğini de saptıracak yok! Sen’in vermediğini verecek yok, Sen’in verdiğini de engelleyecek yok! Sen’in uzaklaştırdığını yaklaştıracak yok, Sen’in yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yok!

Allah’ım! Rahmet ve bereketini, fazl u keremini üzerimize saç! Allah’ım! Sen’den asla değişmeyecek ve hiçbir zaman zail olmayacak ebedi nimetler isterim. Allah’ım! Sen’den yoksulluk gününde nimet, korkulu günde emniyet dilerim! Allah’ım! Hem verdiklerinin hem de vermediklerinin şerrinden Sana sığınırım!

Allah’ım! imanı bize sevdir, gönüllerimizi onunla zinetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Bizleri din ve dünya için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!

Allah’ım! Bizi müslüman olarak öldür, müslüman olarak yaşat! Şeref ve haysiyetimizi yitirmeden, fitnelere maruz kalmadan, salihler zümresine ilhak eyle!

Allah’ım! Sen’in peygamberlerini yalanlayan, insanları Sen’in yolundan alıkoyan kafirler güruhunu kahreyle! Onların üzerine musibetini ve azabını indir. Allah’ım! Kendilerine kitap verilen kafirleri de kahreyle! Ey hak ve gerçek olan İlah! amin!” (Ahmed, III, 424; Hakim, I, 686-687/1868; III, 26/4308)

Yorum gönder