Peygamber Efendimizin Hastalanması ve Vefatı

İçerik

Peygamber Efendimizin Hastalanması ve Vefatı

Nebiler silsilesinin ilk ve son halkası, Seyyidü’l-Kevneyn, Rasulü’s-Sekaleyn, İmamü’l-Harameyn, Varlık Nuru, alemlere Rahmet Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-, Veda Haccı’ndan sonra ateşli bir hastalığa tutuldular. Bu hastalık, O’nu ümmetinden ayıracak, ömrü boyunca arzu ettiği Refik-ı A’la’sına kavuşturacak olan vefat hastalığı idi. Zaten “Nasr Suresi”nin nüzulü ile ecelinin yaklaştığını öğrenmiş bulunan Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, artık son yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ölülerle de dirilerle de imalı bir şekilde vedalaşmaktaydılar. Nitekim hastalanmadan bir gün önce Medine’nin Cennetü’l-Baki‘ denilen mezarlığına gitmişler, ölüler için:

“–Ey büyük Allah’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek dua buyurmuşlardı. (Ahmed, III, 489)

Kabristan’dan döndükten sonra minbere çıkarak ashabına da adeta veda mahiyetinde şu hutbeyi irad ettiler:

“Ben sizin Kevser Havuzu’na ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz Havuz’dur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şehadet edeceğim! Şu an bana yerin hazineleri ve onların anahtarları verildi. Vallahi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünya ihtirasına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbirinizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhari, Cenaiz, 73; Müslim, Fedail, 31)

Peygamber Efendimiz, minberden indikden sonra bitab bir halde Hane-i Saadetleri’ne çekildiler. Gün geçtikçe hastalıkları daha da şiddetlendi. İyice ağırlaştıklarında da nezaket timsali Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, ezvac-ı tahiratından izin alarak Hazret-i Aişe’nin odasında kalmaya karar verdiler. (Buhari, Tıb, 22; Ahmed, VI, 34, 38; Belazuri, I, 545)

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, o ana kadar böyle ağır bir hastalık geçirmemişti. Esasen O’nun yaşadığı nezih ve temiz hayatı, kendisine hastalığı yaklaştırmayan emsalsiz bir hayattı. Ancak yirmi üç yıl süren ve beşer takatinin üzerinde olan en ulvi ve sıkletli bir nübüvvet vazifesi, O’nu bir hayli yormuş, bu arada başlangıçtan beri çeşitli düşmanların bin bir kötülükleri de mübarek bedenlerini yıpratmıştı. Bütün bunlar da, kendilerine hastalık isabet etmesini mümkün kılmıştı.

Diğer taraftan da bu hastalık, kendisi için büyük bir makama ve yüksek derecelere nailiyet olacaktı. Bunda Hayber’deki zehirleme hadisesinin tesiri de büyük olmuştur. Nitekim Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, hastalığının ağırlaştığı bir vakitte Hazret-i aişe validemize:

“–Ey Aişe! Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin elemini devamlı hissedip durdum. Şu anda kalbimin damarının koptuğunu duymaktayım.” buyurmuşlardır. (Buhari, Meğazi, 83)

Nitekim Enes bin Malik -radıyallahu anh- da:

“–Rasulullah’ın küçük dili üzerinde bu zehrin izini ve tesirini görür dururdum!..” demiştir. (Müslim, Selam, 45)

Varlık Nuru -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu zehir sebebiyle şehid olarak vefat etmiş, kendisini peygamberlikle şereflendiren Allah Teala, O’nu bir de şehidlikle müşerref kılmıştır. (İbn-i Hişam, III, 390; Vakıdi, II, 678-679; Heysemi, VI, 153)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, tutulduğu hummanın hararetinden sanki asılı bir kırbadan üzerine su damlıyor gibiydi. Ziyaretine gelen Ebu Said el-Hudri:

“–Ey Allah’ın Rasulü! Hummanız ne kadar da şiddetli!” demekten kendisini alamamıştı. Ebu Said -radıyallahu anh- sözlerine şöyle devam ediyor:

“Elimi üzerine koydum; hararetini, örtünün üstünden hissediyordum.

–Ey Allah’ın Rasulü, hararetiniz çok fazla! dedim.

–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belalar bize kat kat gelir, buna mukabil mükafatları da kat kat verilir. buyurdu.

–Ey Allah’ın Rasulü! İnsanların en çok belaya maruz kalanları kimlerdir? diye sordum.

–Peygamberler! buyurdu.

–Sonra kimler? dedim.

–Sonra salihler!” buyurdu ve şu açıklamayı yaptı:

Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtela olur ki, kendini örten bir abadan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belaya sevinirler.” (İbn-i Mace, Fiten, 23)

Son günlerinde hastalıkları, cemaate çıkmaya müsaade etmedi. Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ı, cemaate kendi yerine imamlık yapması için tayin buyurdular. Bir ara kendilerini biraz iyi hissederek mescide çıkmışlardı. Ashab-ı kirama nasihatlerde bulundular ve:

“Şanı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ve onun zineti ile kendi katındaki nimetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah katındakileri tercih etti!..” buyurdular.

Bu sözler üzerine hassas ve rakik kalpli Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir veda hitabında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne kapıldı. Yüreği mahzunlaştı; gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana feda olsun ya Rasulallah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlatlarımızı feda ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyatını kavrayamamış, bu inceliği hissedememişti. Çünkü ayet-i kerimede bahsedilen Sevr’deki “ikinin ikincisi” yalnız Ebu Bekir -radıyallahu anh- idi.

Rivayete göre Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, O’nun hakkında:

“Kalbimde ne varsa, Ebu Bekr’e ilka ettim!” buyurmuştu.

Sahabi, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in bu aziz arkadaşının ağladığını görünce, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden salih kişiden bahsederken, şu ihtiyarın ağlamasına şaşmaz mısınız?!.” dediler. (Buhari, Salat, 80)

Oysa Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ın hassas ve rakik kalbi, büyük vedayı sezmiş ve ayrılıklardan şikayet eden bir ney gibi feryada başlamıştı. Ancak Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hastalığı ciddi bir hal alınca, diğer ashab da yaklaşan büyük firkat ve vuslatı sezerek gözyaşı dökmeye başladılar. Muhacir ve Ensar meclisleri mateme büründü. Etrafındakiler:

“–Ya Rasulallah! Şifa için Allah’a dua etsen!” dediklerinde, her zaman sıhhat için dua eden Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu defa dua etmediler.

Hazret-i aişe -radıyallahu anha- şöyle anlatır:

“Rasulullah -aleyhissalatü vesselam- hastalandığı zaman, Muavvizeteyn (Felak ve Nas) surelerini okuyup ellerine üfler ve vücudunu meshederdi. Hastalığının şiddetlendiği sırada ben de aynı şekilde bu sureleri okuyup ellerime üfledim ve O’nun mübarek vücudunu meshetmeye başladım. Cebrail’in, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e daha evvelki bir hastalığında okumuş olduğu istiaze duasını da:

–Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider! Şifa ancak Sen’in elindedir. Sen’den başka şifa verici yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hiçbir hastalık kalmasın! diyerek okudum. Fakat bunun üzerine Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, (mübarek başlarını bana çevirerek):

–Üzerimden elini kaldır! Bu okuman (artık) bana bir fayda sağlamaz! Ben, müddetimi bekliyorum… buyurdular.” (Ahmed, VI, 260-261; İbn-i Sa’d, II, 210)

Hazret-i aişe validemiz devamla şöyle buyurur:

“Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, muhtereme kızı, derin ve ince ruhlu Fatıma’yı çağırttı. O gelince, Merhaba kızım! buyurduktan ve onu, yanına oturttuktan sonra kendisine gizlice bir şey söyledi. Fatıma ağladı. Sonra ona yine gizlice bir şey söyledi. Bu defa da Fatıma sevinerek tebessüm etti.

Ben, gülmenin ağlamaya, sevinmenin üzülmeye bu derece yakın olduğunu o günkü gibi hiç görmemiştim. Fatıma’ya bu ağlama ve gülmesinin sebebini sorduğumda:

–Tutulduğu hastalık neticesinde vefat edeceğini haber verdi. Buna ağladım. Sonra da ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı haber verdi. Buna da sevindim. dedi.” (Buhari, Meğazi, 83)

Hastalığı esnasında Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, hafiflediği zamanlar cemaate birkaç vakit namaz kıldırabildi. Bunların birinde, gönüllerini peygamberlerinin irtihal edeceği hissiyle büyük bir hüzün burukluğu kaplayan ashab-ı kirama şöyle buyurdu:

“Ey insanlar!

Duydum ki sizler, peygamberinizin vefat edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de ümmeti içinde daimi olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki ben de sizin içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime kavuşacağım! O’na siz de kavuşacaksınız! Muhakkak ki bütün işler, yüce Allah’ın izni ile cereyan eder.

İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın ahirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günahtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nimetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idarecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idarecileri de kötü olur. Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki ben, şu saatte Havuz’umun üzerinde duruyor, şu bulunduğum yerden Havuz’uma bakıyorum…”

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, sözlerinin burasında hıçkırarak ağlayan Ebu Bekir -radıyallahu anh-’a baktı ve:

“–Ey Ebu Bekir! Ağlama!..” buyurarak devam etti:

“Ey insanlar! İnsanlardan canında, malında, dostluğunda, bana karşı Ebu Bekir’den daha fedakar ve cömert davranan kimse yoktur! Eğer Rabbimden başka, insanlardan bir dost edinmiş olsaydım, muhakkak ki Ebu Bekr’i dost edinirdim…

Mescide açılan şu kapıları kapayınız! Yalnız Ebu Bekr’in kapısı açık kalsın! Ben Ebu Bekr’in kapısının üzerinde bir nur görüyorum.” (Buhari, Salat, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)

“Ashabım!

Nihayet ben de bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Ben hangi kişinin tenine dokunmuş isem, işte tenim! Gelsin, o da dokunsun, hakkını alsın! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!

Ey Allah’ım! Ben, ancak bir beşerim. Müslümanlardan hangi kişiye ağır bir söz söylemiş veya vurmuş, ya da lanet etmiş isem, Sen bunu, onun hakkında bir temizlik, ecir ve rahmet vesilesi kıl!” (Ahmed, III, 400)

“Allah’ım! Hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, Sen o sözümü, kıyamet gününde o mü’min için Sana yakınlığa vesile kıl!” (Buhari, Deavat, 34; Darimi, Mukaddime, 14; İbn-i Sa’d, II, 255; Taberi, Tarih, III, 191; Halebi, 463-464)

Böylece Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, adeta bir “hakk-ı ibad” helalleşmesi yapıyordu. Bu ifadelerden sonra yorgun bir şekilde tekrar odalarına döndüler. Bir daha namaza çıkamadılar. Yalnız bir defasında kendilerinde biraz hafiflik hissederek Hazret-i Ebu Bekr’in ardında namaz kıldılar.

Nihayet son olarak 12 Rabiulevvel Pazartesi sabahı, yine kendilerinde bir hafiflik hissetmişlerdi. Ancak bedeni takatleri cemaate çıkmaya yetmedi. Bunun üzerine oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebu Bekr’in imamlığında sabah namazı kılan sevgili ashabını son kez seyrettiler. Onları yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz halinde görmekten memnun kalarak sürur içinde tebessüm buyurdular. Bir taraftan şiddetli hastalığın acısını çekerken diğer taraftan da geride salihlerden oluşan bir cemaat bırakmanın ve Allah tarafından verilen vazifeyi ifa etmenin sürurunu yaşıyorlardı. (Buhari, Meğazi 83, Ezan 46, 94; Müslim, Salat 98; Nesai, Cenaiz 7)

Nitekim bu hadiseyi anlatan Hazret-i aişe validemiz diyor ki:

“Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ashabının namaz kılışını tebessüm ederek izliyordu. Allah Rasulü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir halde görmemiştim.” (İbn-i Hişam, IV, 331)

Allah Teala, daha önceki peygamberlerine vermediği büyük bir nimeti Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e verdi. Allah Rasulü, vefatından önce tebliğ vazifesinin muvaffakıyyetini gördü. Arap Yarımadası’nı şirkten temizledi. Putlar, bizzat onlara tapanlar tarafından kırıldı ve yok edildi. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, merhamette zirve haline geldiler. Çünkü Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- insan eğitimini zirveleştiren ve insanı bir yaratılış harikası haline getiren en büyük terbiyeci idi.

O sabah Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, daha evvel hazırladığı, ancak rahatsızlığı dolayısıyla hareketi geciken ordunun yola çıkmasını emir buyurdu. Tayin ettiği genç kumandan Üsame bin Zeyd’e:

“Allah’ın bereketi üzere kuşluk vakti yola çıkınız!” tembihinde bulundu. (Vakıdi, III, 1120)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, aişe -radıyallahu anha-’nın yanında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emrettiler. Bir müddet sonra da dinarların ne olduğunu sordular. Hazret-i aişe’nin hastalık telaşıyla onları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, dinarları isteyip avuçlarına aldılar. Sonra:

“Allah’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu halde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir!..” ifadelerinin ardından, onların hepsini Ensar’ın fakirlerinden beş ev halkına dağıttılar da:

“İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldılar. (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)

İşte ardı arkası kesilmeyen bir infak…

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ehl-i Beyt’ine şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Ateş alevlendi. (Dikkat edin), karanlık gece kıt’aları gibi fitneler geliyor!.. (Sanki istikbaldeki hadiseleri, gözler önüne seriyordu.) Ben, ancak Allah’ın Kitabı olan Kur’an’ın helal kıldığını helal; onun haram kıldığını haram kıldım!

Ey Rasulullah Muhammed’in kızı Fatıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Salih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allah’ın azabından kurtaramam!” (İbn-i Sa’d, II, 256; Buhari, Menakıb, 13-14; Müslim, iman, 348-353)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Aman! Namaza! Namaza devam ediniz! Aman! Ellerinizin altındaki insanlara iyi davranınız! Onlar hakkında Allah’tan korkunuz! (Onların giyimlerini ihmal etmeyiniz! Karınlarını doyurunuz! Onlara yumuşak söz söyleyiniz!)” buyurdu. (Ebu Davud, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mace, Vasaya, 1)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, iştiyakla misvak kullandı.

Hazret-i Aişe validemiz buyurur ki:

“Rasulullah dişlerini misvaklarken, O’nun daha önce bu kadar güzel misvak kullandığını görmemiş gibiydim!” (Buhari, Meğazi, 83; İbn-i Sa’d, II, 261)

Bir de Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yanında ufak bir su kabı vardı. Fahr-i Kainat Efendimiz zaman zaman ellerini bu kabın içine batırıp yüzünü sıvazlıyor ve:

“La ilahe illallah, şüphesiz ölümün sekeratı (aklı gideren şiddetleri ve sadmeleri) vardır!” buyuruyordu. (Buhari, Meğazi, 83)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz etti:

“Ey Allah’ım! Beni merhametinle ihata et! Beni, Refik-ı A’la’ya kavuştur! Ey Allah’ım! Beni merhametinle ihata et! Bana, rahmetini ihsan et! Beni Refik-ı A’la’ya kavuştur!” (Buhari, Meğazi, 83; Ahmed, VI, 126)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fatıma’yı teselli etti:

“–Ey kızım! Sakın ağlama! Ben öldüğüm zaman: İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (‎Biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz) de!” (İbn-i Sa’d, II, 312)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, Uhud’un en sıkıntılı zamanlarında “Rasulullah öldü” feveranı üzerine dağılmaya yüz tutan ashaba ihtar sadedinde kendisi hakkında nazil olan şu ayet-i kerimeyi okudu:

“Muhammed, bir Rasul’dür. O’ndan önce de rasuller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allah’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allah, şükür ve sebat edenlere mükafat verecektir.” (Al-i İmran, 144)

Peygamber Efendimizin Vefatı

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, vahiy meleği Cebrail -aleyhisselam- gelerek:

“Sana selam olsun ey Allah’ın Rasulü! Bu, Sen’in için yeryüzüne ayak basışımın sonuncusudur!” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 259)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, daha evvel buyurduğu:

“Hiçbir peygamberin ruhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz! Sonra durağına gitmesi, arzusuna bırakılır!” sözlerinin tecellisini yaşadı. (Buhari, Meğazi, 83, 84; Ahmed, VI, 89)

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’e Azrail -aleyhisselam- geldi ve yanına girmek için izin istedi. Müsaade aldıktan sonra alemlerin Efendisi’nin önünde durarak:

“–Ya Rasulallah! Ey Ahmed! Yüce Allah beni Sana gönderdi. Sen’in her emrine itaat etmemi de emir buyurdu. Eğer Sen arzu edersen ruhunu alacağım! Arzu etmezsen ruhunu Sen’de bırakacağım!” dedi.

O sırada yanlarında bulunan Cebrail -aleyhisselam- da:

“–Ey Allah’ın Rasulü! Yüce Allah Sen’i özlemektedir!” dedi.

O gün Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, kendisinden müsaade isteyen ölüm meleğine:

“–(Ey Azrail!) Allah katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir; ruhumu al!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 259; Heysemi, IX, 34-35; Belazuri, I, 565)

Ardından mübarek ellerini yanındaki su kabına batırıp ıslatarak yüzlerine sürdü ve ilahi hasretle dolu hayatının vuslat kapısından geçerken kelime-i tevhidi terennüm ederek:

“Ey Allah’ım! Refik-ı A’la, Refik-ı A’la” diye diye mübarek ruh-i şeriflerini teslim eyledi. Yüzlerini ıslattıkları mübarek eli, yanındaki su kabının içine düştü!.. (Buhari, Meğazi, 83)

Yıllar önce inzal buyrulan:

“(Ey Rasulüm!) Sen de öleceksin, onlar da ölecekler!” (Zümer Suresi, 30) ayet-i kerimesi tecelli etti.

Ey Allah’ım! Efendimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve selem-’e, aline ve ashabına salat eyle; (hepsini) mübarek kıl ve (onlara) selam eyle!.. Ve bu, daimi bir salat ü selam olsun!..

Peygamber Efendimizin ruh-i şerifini teslim etmesinden sonra hane halkı gözyaşı seline gark oldu. Bu sırada hiçbir kimseyi görüp sezmedikleri halde, kendilerini taziye ve teselli eden bir ses duydular:

“Allah’ın selamı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!”

Ehl-i Beyt de aynı şekilde mukabelede bulunduktan sonra o ses, tekrar duyuldu:

“Her can, ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz eksiksiz size verilecektir. Kim, ateşten uzaklaştırılıp cennete sokuldu ise artık o, muhakkak muradına ermiştir. Dünya hayatı, aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Al-i İmran, 185)

“İyi biliniz ki her musibetin, Allah katında bir tesellisi, her ölenin bir halefi (yerine geçeni) ve her vefat edenin de bir bedeli vardır! Allah’a sarılınız ve umacağınızı O’ndan umunuz! Asıl musibete uğrayan, sevaptan mahrum kalandır. Allah’ın selamı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” (İbn-i Sa’d, II, 259)

İbn-i Ömer -radıyallahu anhüma-:

“Bu sözleri, Ehl-i Beyt’in hepsi, Mescid-i Nebevi’de bulunanlar ve yoldakiler işittiler.” demiştir. (Belazuri, I, 564)

Hazret-i Ali -radıyallahu anh- da bu sesin sahibinin Hızır olduğunu bildirmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 260)

Cennet hanımlarının efendisi Fatıma annemiz, mübarek babaları Rahmet Peygamberi’nin fani ayrılığından o kadar mahzun oldular ki:

“Fahr-i Kainat’ın ukba alemini teşrifleri ile benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, şayet bu musibetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” buyurdular. (Diyarbekri, II, 173)

Fatıma annemizin, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sonra yaşadıkları altı ay zarfında bir defa olsun güldükleri görülmedi. (Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, XI, 25-26)

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in, Medine’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin hastalıkları neticesinde 632 Miladi yılının 8 Haziran’ı, Hicri 11. yılın 12 Rabiulevvel Pazartesi günü artık kendilerine cemal ufukları açılmış, O yüce Habib, Refik-ı A’la’sına, yani en yüce dost olan Allah Teala’ya kavuşmuşlardı.

Ashab-ı kiram şunu hissediyorlardı ki, doğup batan güneşin hiç değişmeyen ışığında gizli bir şey soluyordu. Öyle ki, o günden sonra Peygamber müezzini Bilal-i Habeşi -radıyallahu anh-, o semaları kaplayan güzel sesiyle bir daha ezan okuyamadı. Ne zaman ashab, kendisine çok ısrar edip de Hazret-i Bilal, ezan okumaya niyet ettiyse, mihrabda Allah Rasulü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, yine ezan okuyamadı. İçini kavuran aşk ateşini söndürebilmek için Medine’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Birgün rüyasında Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz:

“-Nedir bu ayrılık ya Bilal! Beni ziyaret etme vaktin hala gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilal -radıyallahu anh- hüzünlenerek uyandı ve hemen yola çıktı. alemler’in Efendisi’nin Kabr-i Şerif’ini ziyaret için Medine’ye geldi. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in huzurunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnada Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilal -radıyallahu anh- onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:

“–Ey Bilal! Ezanını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezan okumaya başladı. O anda Medine sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasulullah” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allah Rasulü dirildi zannederek Mescid-i Nebevi’nin yollarına döküldüler. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra Medine’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esir, Üsdü’l-Gabe, I, 244-245; Zehebi, Siyer, I, 357-358)

Enes bin Malik -radıyallahu anh- şöyle der:

“Ben hiçbir zaman Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile Ebu Bekr’in Medine’ye geldikleri günden daha nurlu ve daha güzel bir gün görmedim! Rasulullah -aleyhissalatü vesselam-’ın vefat ettiği günü de gördüm! O günden de daha karanlık, daha hayırsız, daha sevimsiz bir gün görmedim! Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Medine’ye girdiği gün Medine’nin her şeyi aydınlanmış, vefat ettiği gün de Medine’nin her şeyi kapkaranlık olmuştu! O’nun muazzez vücudunu, vefatına inanamayarak, istemeye istemeye defnettik.” (Ahmed, III, 221, 268, 287; Tirmizi, Menakıb, 1/3618; Darimi, Mukaddime, 14)

Bundan sonraki musibet ve belalar müslümanlar için artık bir hiç mesabesindedir. Nitekim Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Herhangi bir musibete uğrayan müslümanlar, benim vefatım sebebiyle başlarına gelen musibeti düşünerek teselli bulsunlar ve sabretsinler.” buyurmuştur. (Muvatta, Cenaiz, 41; Darimi, Mukaddime, 14)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefatım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arzolunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allah’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.” buyurmuştur. (Heysemi, IX, 24)

Hazret-i aişe -radıyallahu anha-’nın naklettiğine göre, Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in son anı, yalnız tesbih, tenzih, tevbe ve hamd halinde idi. Sık sık:

“Sübhanallahi ve bi-hamdihi, estağfirullahe ve etubü ileyh: Ben Allah’ı uluhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” demekteydi. (Buhari, Ezan, 123, 139; Müslim, Salat, 218-220; Ahmed, I, 392; İbn-i Sa’d, II, 192)

O’nun iki kürek kemiği arasında nübüvvetine ait ilahi bir nişan vardı. Birçok sahabi, onu öpebilmenin aşkı ve hasreti içinde yaşardı. Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ebedi aleme göç ettikleri zaman, mübarek yüzlerinde hiçbir değişiklik görülmediği için, ashab-ı kiram, O’nun ahirete intikalinden şüpheye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz’in yakınlarından Esma bint-i Ümeys -radıyallahu anha-, arkalarındaki mübarek Nübüvvet Mührü’nü aradı. Kaybolduğunu görünce, ukba alemini şereflendirdikleri kat’i olarak öğrenilmiş oldu.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- vefatından sonra ne dinar ne dirhem ne de bir köle bıraktı. Sadece binmekte olduğu beyaz katırı, silahı ve yolcular için vakfettiği (Fedek ve Hayber’deki) arazisi kaldı.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- pazartesi günü vefat etti ve salı günü de defnedildi. İnsanlar namazını (cemaat halinde değil) ferd ferd kıldı, hiç kimse imamlık yapmadı. Bir kısmı; “Minberin yanına defnedilsin.” dedi. Bazıları da; “Baki’ mezarlığına defnedilsin.” dedi. Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh- geldi ve:

“Rasulullah -aleyhissalatü vesselam-’ın:

Her peygamber öldüğü yere defnedilir. buyurduğunu işitmiştim.” dedi. Bunun üzerine, orada mezar kazıldı.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’i yıkayacakları vakit, gömleğini çıkarmak istediler. Derken; “Gömleği çıkarmayın!” diye bir ses işittiler. Bunun üzerine gömleği üzerinde olduğu halde yıkadılar.

Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh- şöyle der:

“Peygamberimiz ve Sevgilimiz, bir ay önce bize vefatını haber verdi.

–Ya Rasulallah! Sen’in üzerine cenaze namazını kim kılsın? diye sorduk ve ağladık. Kendisi de ağladı ve:

–Yavaş olun, Allah size rahmet etsin! Sizi Peygamberiniz’den dolayı hayırla mükafatlandırsın! Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu seririmin üzerine ve şu evimin içindeki kabrimin kenarına koyunuz! Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkınız! Çünkü, benim üzerime, ilk önce iki dostum, Cebrail ve Mikail, sonra İsrafil, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği namaz kılacaktır! Bundan sonra, kısım kısım giriniz, üzerime namaz kılınız ve salat ü selam getiriniz! Fakat, överek, bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz!

Daha sonra üzerime namaz kılmaya önce ev halkımın erkekleri başlasın! Sonra, onların kadınları kılsın! Onlardan sonra da sizler kılarsınız!

Ashabımdan burada bulunmayanlara selam söyleyiniz! Kıyamet gününe kadar dinim üzere bana tabi olan kimselere de benden selam söyleyiniz!” (Heysemi, IX, 25; İbn-i Sa’d, II, 256-257)

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in dediği gibi yapıldı. Hazret-i Ali -radıyallahu anh-:

“Hiç kimse Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in üzerine imamsız cenaze namazı kılınabilir mi? diye şüphelenmesin! O sağ iken de vefatında da imamınızdır!” dedi ve Peygamber -aleyhissalatü vesselam-’ın hizasında ayakta durarak:

“Ya Rasulallah! Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun!

Ey Allah’ım! Biz O’nun, kendisine indirmiş olduğun şeyleri tebliğ ettiğine ve ümmetine nasihatte bulunduğuna, Allah’ın dinini üstün kılıncaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allah yolunda savaştığına şehadet ederiz!

Ey Allah’ım! Bizleri O’na indirdiğin şeylere tabi olan kimselerden eyle! O’ndan sonra da bize bu yolda sebat ver! Bizi O’na kavuştur!” diyerek dua ediyor, cemaat de “amin! amin!” diyordu. (İbn-i Sa’d, II, 291)

“Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- seçkin bir peygamber ve alemlere rahmettir. Yeryüzü; O’nun kabri bendedir. diyerek göklere karşı iftihar etmektedir. Cebrail -aleyhisselam- Allah Rasulü’nün Ravza’sını ziyaret ederek; Burası Adn Cennetleri’dir. Oralara ebedi kalmak üzere girin! demiştir.”

“Ey güneş yüzlü! Sema, yeryüzünün Sen’inle zinetlenmiş olduğunu gördükçe aheste aheste, (içli içli) ah keşke toprak olsaydım! (en-Nebe, 40) diye hayıflanırmış.”

Din kemal bulmuş, sahabiden tebliğin bizzat tasdiki alınmış ve Cenab-ı Hakk’a da şehadeti arz edilmişti. Ardından Peygamber Efendimiz, ebediyet alemine çağrılmıştı. Şimdi O, mahşerde, sıratta ve Havz-ı Kevser’de ümmetini beklemektedir.

12 Rabiulevvel Pazartesi günü doğup dünyayı şereflendirmişlerdi ve 12 Rabiulevvel Pazartesi günü Allah tarafından kendilerine nübüvvet vazifesi verilmişti. Ebu Katade Hazretleri şöyle rivayet eder:

“(Hazret-i Peygamber’e) Pazartesi gününün orucundan soruldu. O da cevaben:

–Bu, benim doğum günüm ve peygamber olarak gönderildiğim gündür… buyurdular.” (Müslim, Sıyam, 197-198)

Yine bir 12 Rabiulevvel Pazartesi sabahı, Medine’ye girerek yeni kurulan ve kıyamete kadar devam edecek olan İslam devletinin temelini atmışlardı. Ve nihayet bir 12 Rabiulevvel Pazartesi günü de ahiret alemine intikal ettiler. Şimdi O, ukbada şefkatle şefaat için ümmetini beklemektedir.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ

Yorum gönder